Hiç lafı dolandırmadan son söylenmesi gerekeni ilk söyleyeyim.
“ÇÜNKÜ BEN BU HAYATTA HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”…
Bu cümlenin tam anlamını sadece benim gibiler kavrayabilirler. Ben şimdi dilim döndüğü, kalemim izin verdiğince ne demek istediğimi tüm grup üyelerine açıklamaya çalışacağım.
Genetik fiziksel özelliklerimden dolayı spor yapmak üzere bu dünyaya gelmiş olduğuma inanıyorum. İlkokul ikinci sınıftayken annem ile babam boşandılar ve biz annem ile anneannemin evine taşınmak zorunda kaldık. Yanılmıyorsam sene 1973 veya 74; zamanın koşullarını düşünün. Çok uzatmayayım, geçim sıkıntısı, ilgisiz bir baba, huzursuz bir aile ortamı vs. vs…
Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuyan ve sadece bazı hafta sonları görebildiğim benden 10 yaş büyük ağabeyim basketbol oynuyordu. Şimdi sadece 60 liraya satın alınabilen, o dönem bütün gençlerin hayallerini süsleyen servet değerindeki bez Converse ayakkabıları, orlon örme formaları ve birlikte çok eğlendiği takım arkadaşlarıyla rüya gibi bir hayat yaşıyordu. Sanki dünyanın en mutlu, en yüce insanıydı. Tek amacım vardı, O’nun gibi olabilmek…
8 yaşındayken bir yaz günü Kızıltoprak’ta yaşadığımız anneannemin evinden kaçtım ve bisikletimle 300 metre mesafedeki Fenerbahçe Dereağzı Tesislerine gittim. Açık hava sahasında yapılan antrenmanları seyretmeyi hayal ediyordum. O yıllarda spor salonu falan yoktu, yaz kış hep açık havada antrenman yapılırdı. Yağmur dindiği zaman saha süpürülür ve küçük su birikintilerine girmeden dribbling yapmaya çalışılırdı, tabi oynayacak top bulabilirsek... En şanslı takımlar beton sahalarının üzerinde sundurma olanlardı. Lapa lapa kar yağarken açık havada antrenman yapardık. Galatasaray’ı tutuyordum ama içimdeki basketbol oynama tutkusu her şeyin üzerindeydi. Fenerbahçe minik takımının antrenmana başlamak üzere olduğunu gördüm. Oyuncuların tümü benden 3-4 yaş büyük ve daha iriydi ama benden uzun olanı yoktu. Takımın başındaki sakallı adamı gözüme kestirdim, daha önce ağabeyim ve arkadaşlarından adını duymuştum, Faruk diye birisiydi. Faruk Akagün’ün yanına gidip “ben de oynamak istiyorum” dedim. İlk basketbol antrenmanımı Fenerbahçe’de yaptım. Zaten üçüncü antrenmana Galatasaray forması ile gittiğim için takımdan kovuldum…
Annemin gayretleri ve fedakarlıkları sonucunda Saint – Joseph Fransız Erkek Lisesi sınavını kazandım. Okulda spor yapmak zorunluydu. Voleybol takımımız dünya şampiyonu olmuştu. Beni hemen voleybol takımına almak istediler. İtiraz ettim basketbol takımına girmek istediğimi söyledim. Voleybol antrenörü beni her basket oynarken gördüğünde topumu alıp çakısıyla patlatırdı ve beni voleybol oynamaya zorlardı.
Yılmadım, Raf marka ayakkabılarımla, Kupa marka topumla beton zeminin üzerinde milyarlarca dribbling yaptım, milyonlarca şut attım… Ayaklarımın altında kalın nasır tabakaları oluşmuştu. İlk Çin Kes ayakkabılarımı ayağıma giydiğim zaman kendimi bulutların üzerinde yürüyormuş gibi hissettim. Derslerim etkilendiği için annem basketbol oynamamı istemiyordu, az sopa yemedim top oynuyorum diye… Küçükler kategorisinde Milli Takım yoktu ama 13 yaşında Yıldız Milli Takıma seçildim. Takımın en genç oyuncusuydum. Annemin karşısına geçtim ve artık direnmemesini söyledim. Yapacak bir şey kalmamıştı, tüm engellemelere rağmen kendi çabamla Milli Takıma seçilmeyi başarmıştım… İlk bez Converse’lerime kavuştuğum günün gecesinde ayakkabılarım yastığımın atlında uyumuştum. O pis kauçuk kokusu hala burnumda; leylak olsa, zambak olsa bu kadar güzel kokmazdı… Bir de Voit marka topum vardı, artık bu hayatta daha fazla ne isteyebilirdim ki?
Şimdi kendimizi paralıyoruz çocuklarımız spor yapsın diye. Dünyanın parasını harcıyoruz, en güzel tesislere götürüyoruz, ayakkabının gazlısı, yaylısı, ışıklısı hatta tekerleklisi bile var artık. Dünya finalinin oynandığı topun aynısı markette satılıyor. Tabletin, telefonun haddi hesabı yok, birini bırakıp diğerini alıyorlar. Televizyon milyon kanal, filmler 8 boyutlu, ne bileyim işte, bizim hayal bile etmeye aklımızın ermediği her şeye çocuklarımız kolayca sahip oldular…
Neden mi yaptım bu uzun girişi, benim şartlarımla şimdikilerin şartlarının arasındaki farkı vurgulamak için… Evde bulamadığım huzur ortamını basketbol sahalarında bulur olmuştum. Her geçen gün daha iyi oynuyordum, insanlar beni alkışlıyorlardı, özgüvenim gelişiyordu.
Çatal bıçak tutmasını, toplum içinde hareket etmesini, kızlara nasıl yaklaşmam gerektiğini, kısacası bir çocuğun ailesinden öğrenmesi gereken her şeyi ben basketbol ailesinde öğrendim.
“BEN BU HAYATTA HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”, derken sakın maddi çıkarımlar gelmesin aklınıza. Evet spordan çok para kazandım. Normal bir orta seviye çalışanın ömür boyu kazanamayacağı paraları ben bir iki senede kazandım. Sonra ne mi oldu? Bir trafik kazası geçirdim tüm servetimi hayatta kalabilmek ve tekrar yürüyebilmek için harcadım, hatta üzerine borçlandım. Bugün kalem tuttuğum sağ elimin tekrar yerine dikilmesi 14 saat sürdü. Bedenim bir puzzle’ın parçaları gibi yeniden birleştirildi. Yıllarca yoksulluk çektim sonra tekrar para kazandım, sonra 5 Nisan kararları ile herkes gibi ben de battım, sonra tekrar çok kazandım, sonra deprem oldu bir daha battım, sonra yine kazandım vs. vs…
Hepimiz bir şekilde geçimimizi sağlıyoruz; paradır bu, gelir de, gider de, hiç belli olmaz… Sağlıklı yaşadığım her dakikaya şükrederim. Bir dost sofrasında iki kadeh parlatabilecek durumdaysam, eşim, çocuklarım yanımdaysa değmeyin keyfime...
Bence en önemli şey insanın temel karakterinin şartlara göre değişiklik göstermemesidir. Elbette her olaya ve her kişiye aynı tepkileri veremeyiz, bazen gönlümüz kayar ama temel hep aynı olmalıdır, temeli olmayan her şey yıkılmaya mahkumdur.
Evet, basketbol ailesi ve Saint – Joseph orta okulunda aldığım eğitim beni bugünkü ben yaptı. Gençlik hamurum içinde karakterimin yoğurulması ve şekillenmesi aşamasında hayatıma giren bu unsurlara bir de Galatasaray eklendi. Benim temel karakterimdeki felsefe, ahlak ve davranışlarımın özü bu üç olguya dayanır. Sevenim de vardır sevmeyenim de… Sevilmek konusunda hiç çaba sarf etmedim, dedim ya gönüldür bu ota da konar boka da… Seven sever, sevmeyenin canı sağ olsun… Hatta ben sevilmeyi pek sevmem, genelde insanları uzak tutarım kendimden… Benim için diğer önemli konu saygıdır… Hayatım boyunca hep saygın işlere imza atmak ve insanlar üzerinde saygı uyandırmak istedim.
“BEN HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”, sadece evimi, arabamı, eşimi, dostumu değil; ben canımı, kanımı, tüm benliğimi spora borçluyum…
Evet, ben hobi olarak sporla ilgilenenlerden çok farklıyım, çünkü siz sporu hayatınızdan çıkartsanız bile size hiçbir şey olmaz ama hayatımda spor olmadan ben var olamam. Spor benim için hobi değil çok ciddi bir iştir. Çizgilerin arasında işimi yapmak için hep ölümüne mücadele ettim. Şu anda çizgilerin dışındayım ama misyonum daha büyük. Şimdi çizgilerin içinde bulunanlara uğrunda ölümüne mücadele etmeleri için en yüksek hedef, amaç ve değerleri göstermekle görevliyim. Bir de onları izleyenler var, izleyenlere de en üst düzey ve en hakkaniyetli keyifleri yaşatmalıyız ki desteklerini bizden esirgemesinler…
Biz Türk Sporunu temizlemek için buradayız, birilerine üstünlük taslamak için değil. Hep söylüyorum hepimiz aynı gemideyiz.
Cihat LEVENT
“ÇÜNKÜ BEN BU HAYATTA HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”…
Bu cümlenin tam anlamını sadece benim gibiler kavrayabilirler. Ben şimdi dilim döndüğü, kalemim izin verdiğince ne demek istediğimi tüm grup üyelerine açıklamaya çalışacağım.
Genetik fiziksel özelliklerimden dolayı spor yapmak üzere bu dünyaya gelmiş olduğuma inanıyorum. İlkokul ikinci sınıftayken annem ile babam boşandılar ve biz annem ile anneannemin evine taşınmak zorunda kaldık. Yanılmıyorsam sene 1973 veya 74; zamanın koşullarını düşünün. Çok uzatmayayım, geçim sıkıntısı, ilgisiz bir baba, huzursuz bir aile ortamı vs. vs…
Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuyan ve sadece bazı hafta sonları görebildiğim benden 10 yaş büyük ağabeyim basketbol oynuyordu. Şimdi sadece 60 liraya satın alınabilen, o dönem bütün gençlerin hayallerini süsleyen servet değerindeki bez Converse ayakkabıları, orlon örme formaları ve birlikte çok eğlendiği takım arkadaşlarıyla rüya gibi bir hayat yaşıyordu. Sanki dünyanın en mutlu, en yüce insanıydı. Tek amacım vardı, O’nun gibi olabilmek…
8 yaşındayken bir yaz günü Kızıltoprak’ta yaşadığımız anneannemin evinden kaçtım ve bisikletimle 300 metre mesafedeki Fenerbahçe Dereağzı Tesislerine gittim. Açık hava sahasında yapılan antrenmanları seyretmeyi hayal ediyordum. O yıllarda spor salonu falan yoktu, yaz kış hep açık havada antrenman yapılırdı. Yağmur dindiği zaman saha süpürülür ve küçük su birikintilerine girmeden dribbling yapmaya çalışılırdı, tabi oynayacak top bulabilirsek... En şanslı takımlar beton sahalarının üzerinde sundurma olanlardı. Lapa lapa kar yağarken açık havada antrenman yapardık. Galatasaray’ı tutuyordum ama içimdeki basketbol oynama tutkusu her şeyin üzerindeydi. Fenerbahçe minik takımının antrenmana başlamak üzere olduğunu gördüm. Oyuncuların tümü benden 3-4 yaş büyük ve daha iriydi ama benden uzun olanı yoktu. Takımın başındaki sakallı adamı gözüme kestirdim, daha önce ağabeyim ve arkadaşlarından adını duymuştum, Faruk diye birisiydi. Faruk Akagün’ün yanına gidip “ben de oynamak istiyorum” dedim. İlk basketbol antrenmanımı Fenerbahçe’de yaptım. Zaten üçüncü antrenmana Galatasaray forması ile gittiğim için takımdan kovuldum…
Annemin gayretleri ve fedakarlıkları sonucunda Saint – Joseph Fransız Erkek Lisesi sınavını kazandım. Okulda spor yapmak zorunluydu. Voleybol takımımız dünya şampiyonu olmuştu. Beni hemen voleybol takımına almak istediler. İtiraz ettim basketbol takımına girmek istediğimi söyledim. Voleybol antrenörü beni her basket oynarken gördüğünde topumu alıp çakısıyla patlatırdı ve beni voleybol oynamaya zorlardı.
Yılmadım, Raf marka ayakkabılarımla, Kupa marka topumla beton zeminin üzerinde milyarlarca dribbling yaptım, milyonlarca şut attım… Ayaklarımın altında kalın nasır tabakaları oluşmuştu. İlk Çin Kes ayakkabılarımı ayağıma giydiğim zaman kendimi bulutların üzerinde yürüyormuş gibi hissettim. Derslerim etkilendiği için annem basketbol oynamamı istemiyordu, az sopa yemedim top oynuyorum diye… Küçükler kategorisinde Milli Takım yoktu ama 13 yaşında Yıldız Milli Takıma seçildim. Takımın en genç oyuncusuydum. Annemin karşısına geçtim ve artık direnmemesini söyledim. Yapacak bir şey kalmamıştı, tüm engellemelere rağmen kendi çabamla Milli Takıma seçilmeyi başarmıştım… İlk bez Converse’lerime kavuştuğum günün gecesinde ayakkabılarım yastığımın atlında uyumuştum. O pis kauçuk kokusu hala burnumda; leylak olsa, zambak olsa bu kadar güzel kokmazdı… Bir de Voit marka topum vardı, artık bu hayatta daha fazla ne isteyebilirdim ki?
Şimdi kendimizi paralıyoruz çocuklarımız spor yapsın diye. Dünyanın parasını harcıyoruz, en güzel tesislere götürüyoruz, ayakkabının gazlısı, yaylısı, ışıklısı hatta tekerleklisi bile var artık. Dünya finalinin oynandığı topun aynısı markette satılıyor. Tabletin, telefonun haddi hesabı yok, birini bırakıp diğerini alıyorlar. Televizyon milyon kanal, filmler 8 boyutlu, ne bileyim işte, bizim hayal bile etmeye aklımızın ermediği her şeye çocuklarımız kolayca sahip oldular…
Neden mi yaptım bu uzun girişi, benim şartlarımla şimdikilerin şartlarının arasındaki farkı vurgulamak için… Evde bulamadığım huzur ortamını basketbol sahalarında bulur olmuştum. Her geçen gün daha iyi oynuyordum, insanlar beni alkışlıyorlardı, özgüvenim gelişiyordu.
Çatal bıçak tutmasını, toplum içinde hareket etmesini, kızlara nasıl yaklaşmam gerektiğini, kısacası bir çocuğun ailesinden öğrenmesi gereken her şeyi ben basketbol ailesinde öğrendim.
“BEN BU HAYATTA HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”, derken sakın maddi çıkarımlar gelmesin aklınıza. Evet spordan çok para kazandım. Normal bir orta seviye çalışanın ömür boyu kazanamayacağı paraları ben bir iki senede kazandım. Sonra ne mi oldu? Bir trafik kazası geçirdim tüm servetimi hayatta kalabilmek ve tekrar yürüyebilmek için harcadım, hatta üzerine borçlandım. Bugün kalem tuttuğum sağ elimin tekrar yerine dikilmesi 14 saat sürdü. Bedenim bir puzzle’ın parçaları gibi yeniden birleştirildi. Yıllarca yoksulluk çektim sonra tekrar para kazandım, sonra 5 Nisan kararları ile herkes gibi ben de battım, sonra tekrar çok kazandım, sonra deprem oldu bir daha battım, sonra yine kazandım vs. vs…
Hepimiz bir şekilde geçimimizi sağlıyoruz; paradır bu, gelir de, gider de, hiç belli olmaz… Sağlıklı yaşadığım her dakikaya şükrederim. Bir dost sofrasında iki kadeh parlatabilecek durumdaysam, eşim, çocuklarım yanımdaysa değmeyin keyfime...
Bence en önemli şey insanın temel karakterinin şartlara göre değişiklik göstermemesidir. Elbette her olaya ve her kişiye aynı tepkileri veremeyiz, bazen gönlümüz kayar ama temel hep aynı olmalıdır, temeli olmayan her şey yıkılmaya mahkumdur.
Evet, basketbol ailesi ve Saint – Joseph orta okulunda aldığım eğitim beni bugünkü ben yaptı. Gençlik hamurum içinde karakterimin yoğurulması ve şekillenmesi aşamasında hayatıma giren bu unsurlara bir de Galatasaray eklendi. Benim temel karakterimdeki felsefe, ahlak ve davranışlarımın özü bu üç olguya dayanır. Sevenim de vardır sevmeyenim de… Sevilmek konusunda hiç çaba sarf etmedim, dedim ya gönüldür bu ota da konar boka da… Seven sever, sevmeyenin canı sağ olsun… Hatta ben sevilmeyi pek sevmem, genelde insanları uzak tutarım kendimden… Benim için diğer önemli konu saygıdır… Hayatım boyunca hep saygın işlere imza atmak ve insanlar üzerinde saygı uyandırmak istedim.
“BEN HER ŞEYİMİ SPORA BORÇLUYUM”, sadece evimi, arabamı, eşimi, dostumu değil; ben canımı, kanımı, tüm benliğimi spora borçluyum…
Evet, ben hobi olarak sporla ilgilenenlerden çok farklıyım, çünkü siz sporu hayatınızdan çıkartsanız bile size hiçbir şey olmaz ama hayatımda spor olmadan ben var olamam. Spor benim için hobi değil çok ciddi bir iştir. Çizgilerin arasında işimi yapmak için hep ölümüne mücadele ettim. Şu anda çizgilerin dışındayım ama misyonum daha büyük. Şimdi çizgilerin içinde bulunanlara uğrunda ölümüne mücadele etmeleri için en yüksek hedef, amaç ve değerleri göstermekle görevliyim. Bir de onları izleyenler var, izleyenlere de en üst düzey ve en hakkaniyetli keyifleri yaşatmalıyız ki desteklerini bizden esirgemesinler…
Biz Türk Sporunu temizlemek için buradayız, birilerine üstünlük taslamak için değil. Hep söylüyorum hepimiz aynı gemideyiz.
Cihat LEVENT