3 ay öncesinden alınmış bir Abd uçak biletim var. Sağolsun Thy uzun mesafe uçuşlarda comfort class seçeneğini kaldırdı. Ya ekonomi uçacaksınız ya da 13 - 14 bin TL ödeyip business class bilet satın alacaksınız. Malum 2 metrenin üzerinde bir boyla 12 saat ekonomi koltukta uçmak emboli ve ölümle sonuçlanabilecek riskler taşıyor. Tek şansım exit bölgesindeki bir koltuğu kapabilmek ama o yerler de genellikle önceden "hatırlı kişiler" için kapatılmış oluyor. “Ben memleketimin bu havayolu ile bugüne kadar 600.000 mil uçtum elit kartım var” falan deseniz de kimse suratınıza bakmaz, gelir bir “hatırlı kişi” sizi uçaktan bile atabilir. Risk almak istemedim, arabamı satıp uçak bileti de alamayacağıma göre bir hovardalık yapıp birikmiş mil puanlarımla business class bilet aldım. İş bununla da bitmiyordu, koltuk seçimi çok önemliydi; orta sıralardan birisinin orta koltuğuna düşersem hayatımda ilk defa Amerika'ya business class uçmanın hiçbir keyfi kalmayabilirdi. Sağıma soluma deodorant - duş nedir bilmeyen birileri düşerse vay halime. Başak burcu titiz olur ya biraz, o yüzden düzene ve temizliğe oldum olası düşkünümdür. Bugün benim uçuş koltuk seçimine açılıyordu, ben de sabah erken Thy ofisine gidip koltuk seçimimi yaptırmaya karar verdim. Sabah saat 5 te otomatik uyanma rahatsızlığım olduğu için bu tip angaryalar aslında benim için eğlencedir.
Orduevi misafir giriş kartım var, arabayı Harbiye orduevine park etmek benim için en pratik yöntem, bizim ofisin tam karşısı; Afilli yeni Thy Taksim ofisine de 2 dakika yürüyüş mesafesinde. Orduevinin girişinde askeri barikatın önünde bir de polis barikatı var. Ne işe yarıyorlarsa? Polis barikatı alüminyum körük, askeri barikat da 1 metre yükseklikte tekerlekli demir. Yani tanka, TOMA'ya falan gerek yok; benim Alfa ile bir dürtsen içeridesin. Neyse, girişte asker arabayı egzost borusunun içine kadar arıyor, hatta kaputu açıp motora bile bakıyor. Asker motora bakarken gergin havayı dağıtmak istedim. "Nasıl motor temiz değil mi?" diye seslendim. 2004 Mayıs doğumlu Alfama gözümün içi gibi bakarım, servisten daha yeni çıktı, motor temizlendi, boya koruma yapıldı, cillop gibi oldu. Gurur duyuyorum benim antikayla ya, benzer bir tepki de askerden bekliyorum... Avucumu yaladım, çocuğun suratı mahkeme duvarı gibi. Aynı anda başka bir asker kimliğimi kontrol ediyordu, ona da "nasıl bugün darbe felan planlayan var mı?" diye sormak geçti içimden ama yutkunup kendimi tuttum. Herkes gerginken gerzek mizah anlayışımın başımı belaya sokmasından tırstım. Giriş kapısının tam karşısında ise bir polis arabası içeriye kimin girip çıktığının çetelesini tutuyordu. Yanlışlıkla o sırada 2 albay gelip benimle beraber içeriye girmeye kalkışsa halim nice olurdu bilemiyorum, her an çeteden, örgütten içeriye alınabiliriz diye arkadaşlarla bile toplanmaya çekinir olduk. Arama bitti, uzman çavuşun şüpheli bakışları altında içeriye girdim ama sağ ön koltukta duran sırt çantama kimse bakmadı. Rahat 15 kg C4 veya 6 tane Uzi sığar içine.
Arabayı park edip orduevinden çıktım, hava mis, sabah saat 6 buçuk, bugün neşem yerine gelecek tansiyonum düşecek gibi hissediyordum. Sporculuk yıllarımın o sokakta geçtiğini hatırladım. Radyo evi ile orduevinin arasından yürüyerek Spor Sergi'ye giderdik. Fenerbahçe ile oynadığımız maçlarda bilet kuyruğu Radyo evinin önüne kadar uzardı. Tam o noktada nöbet tutan çelik yelekli polisler gözüme çarptı. Bana ve karşı kaldırıma pis pis bakıyorlardı. "Günaydın" demeyi düşündüm ama yine tırstım. Benden başka kime böyle sert bakıyor diye kafamı karşı kaldırıma çevirince eli tetikte bekleyen siyah bereli asker ile göz göze geldim. "Ana, şimdi bunlardan birisi hapşırsa postu bok yoluna deldirebilirim" diye düşünüp adımlarımı sıklaştırıp kendimi caddeye attım.
Yol kenarındaki canım restoranları nargileci - sabahçı kahvelerine çevirdiler. Arap müşterilerden medet umuyorlar. Kafa masada akşamdan kalma 6-7 kişilik bir yerli vatandaş grubu oturuyordu. "Yerli vatandaş" diyorum çünkü hepimizin bildiği gibi bir süredir vatandaşlar artık "yerli" ve "yabancı" olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar. Birisi homurdandı, "şu karşı kaldırımdaki minibüs 1 saattir orada duruyor, içinde bomba falan olmasın"... Ba, ba, ba, yerli vatandaşımdaki takipçilik ve paranoyaya bak...
Tam o anda bir taksi durdu, erkek yerli vatandaş kadın yabancı vatandaşı hafif itekleyerek arabadan aşağıya indirdi, kadın şaşkın ama üst baştan belli ki dün gece hızlı yaşanmış ve olay bitmiş; doğal olarak abi hanımefendiden yakayı sıyırmaya kararlı. Durumu gören başka bir araba yola terk edilen kadının yanına yanaştı, fırsattan istifade arabaya davet etti. Öyle ya biri de bir, bini de bir değil mi? Üstelik kadın yabancı vatandaş, yani ne yapsan mübah; ister sev, ister sigortasız çalıştır. Kadına travma üzerine travma… O da benim gibi adımlarını sıklaştırarak kirişi kırdı. Hilton’un önünde bekleyen taksici ile göz göze geldik. “Durak taksisi bu, zarar gelmez” diye geçirdim içimden ama şoförün bakışlarından şöyle bir şey okunuyordu, “acaba bu yarma bana bir şey yapar mı?” Aynı anda kaldırımı süpüren çöpçü ile kesişmeye başladık. Sanki her an süpürgenin sapını kafama geçirecek gibiydi, öyle bir şeye yeltenirse sopayı havada nasıl tutup tekmeyi bacak arasına nasıl yapıştıracağımı planladım. Karşıdan elinde tespihle, sarıklı, cübbeli, sakallı bir amca geliyordu, “bre zındıklar hepiniz yakında yola geleceksiniz, buralar artık bizim” der gibi etrafa bakıyordu.
Sokak her zamankinden daha sakin ama sanki daha tehlikeliydi, kendimi Thy ofisinden içeriye dar attım, nabzım yükselmişti. Yeni afilli Thy Taksim ofisi uzay merkezi gibi, 3 ay sonra yapacağın uçuşun bagajını bugünden buraya bırakıyorsun, 3 ay sonra Papua Yeni Gine’ye indiğinde şak diye valizini eline veriyorlar. O derece yani… Ha bu arada sen o valizin içine 3 ay öncesinden koyduğun eşyalarını kullanamıyorsun ama olsun, bu hizmet ne halta yarıyorsa artık bilemiyorum… Sakın “havalimanına toplu taşıma ile valiz taşımadan gidebilirsin” falan demeyin, o zaman ben de size “sadece Taksim ofisinden verilen bu hizmet için valizimi Taksim’e nasıl getireceğim” diye sorarım. Elemanlar yeni gelmiş, ofis yeni açılmıştı; içeride bir tek ben olduğum için sıra numarası falan almadım. Tek açık bankoya kafadan daldım. Kapıda durması gereken güvenlik görevlisi içeride müşteri bekleme koltuklarında bacak bacak üzerine atmış oturuyordu, çok havalıydı, beni pek iplemedi. Belli ki polisin ve askerin itibarının yerle bir olduğu günlerde kendisine güveni tavan yapmıştı. Kendimi “acaba güvenlikçilerin de fetüsçü olanı var mıdır?” diye düşünmekten alamadım. Öyle ya bunlar da toplanıp darbeye falan kalkışırlarsa halimiz nice olur düşünsenize. Bırakın köprüleri, havalimanlarını falan; AVM lere adım atamadığımız gün asıl darbe gerçekleşir. İstinyepark, Kanyon, Akasya’da felan çok mühim alışveriş işleriniz var ve kapıdaki dedektörün dibindeki güvenlik görevlisi “yasak kardeşim, darbe oldu evinize dönün yoksa pantolon kemerinizi bile çıkarttırıp makatınıza kadar arama yaparım” diye sizi tehdit ediyor. Arkasında da çalışır durumda Taski marka turuncu temizlik arabalarının üzerindeki sürücüler pis pis size bakıyor. ISS temizlik personeli elde süpürge, faraş, tepsi toplama arabası, çöp torbası ne mühimmat varsa tam teçhizat teyakkuzdalar. Aslında fena olmaz be, hem memleketi temiz tutarlar hem de her yer güvenli olur...
Bankoda görevli Arap ırkından yabancı vatandaşın bozuk İngilizcesiyle “kut morrrning” demesiyle hayallerimden uyanıp; “la havle günaydın vela kuvvete illa billahil aliyyyil aziym” cevabını verip lafa “koltuk seçimi yaptırmak istiyorum” diye devam ettim. Adam suratıma bön bön baktı, güvenlik görevlisi pişkin pişkin sırıtarak oturduğu yerden lafa giriverip, “abi İngilizce bilmiyor musun?” dedi... O an beynimde şimşekler çaktı, “ulan hıyar benim bildiğim İngilice ile alayınızı uzay mekiğine bindirip aya götürüp getiririm” demek geçti içimden ama kendimi tuttum. “Yok bilmiyorum kardeşim sen biliyor musun?” diye sordum. Güvenlik görevlisi tufaya gelmek üzere olduğunu anlayıp çattığı beladan kurtulmak için toparlanıp yerinden kalkıp uzadı. Yaşasın!!! Bu sefer darbeyi ben yapmıştım. Bankonun önünde, tepesinde kırmızı ışık yanan bir cihaz gözüme çarptı, üzerinde şöyle yazıyordu, “müşteri memnuniyeti için tüm görüşmeleriniz kayıt altına alınmaktadır”. Cihaza doğru hafifçe eğilip yüksek sesle “Türkiye’de Türk Havayolları’ndan bilet almak için İngilizce bilmek mi gerekiyor? Kendi memleketimde kendi havayolumdan kendi dilimi konuşarak bilet alamayacak mıyım ulen?” dedim. Serzenişimi duyan başka bir eleman hemen bankodaki mesai arkadaşına yardım etmek için yanına geldi. Gülümseyerek bana “maraba” dedi. Yine oldukça esmer başka bir yabancı vatandaş ile karşı karşıyaydım. Adam bankodaki arkadaşı ile aramızda Arapça – Türkçe mütercim tercümanlık yapmaya başladı. “Nasil yardimci olabileymggg?”…Thy deki işlerinden çıkartılan binlerce sülün gibi yerli vatandaş gencimiz gözümün önünden geçti. Hey gidi, ne günlerdi be…
Uzatmayayım, tercüman aracılığıyla yer seçimimi tamamladıktan sonra yine sokaktaki ve kafamdaki, hayali ve gerçek silahların, darbecilerin, irticaların, tecavüzcülerin, teröristlerin arasından geçip orduevine girdim. Eskiden her felakette sığınak olan ama günümüzdeki bu en tehlikeli yerde biraz nefes almaya karar verdim. 12.17 TL ödeyerek kendime mükellef bir kahvaltı sofrası kurdum. RAKAMLAR ÇOK KRİTİK, kaymak porsiyon 1.38 TL, 3 adet zeytin 0.47 TL, domates dilim 0.28 TL, hellim ızgara 1.13 TL... Kim bu rakamları nasıl hesaplıyorsa NASA mühendisleri yanlarında halt etmiş…
Canım dünya güzeli memleketimde artık ben dahil herkes birbirine şüpheyle bakıyor. İstediğiniz buysa başardınız. Başarılarınızın devamını dilerim, habire arkasına sığınmaya çalıştığınız Allah sizi bildiği gibi yapsın.
Memleketi terk etmekten bahsediyor bazı arkadaşlar, memleketi terk etsek ne olacak? Kafamıza kazıdıkları paranoyalar bizimle birlikte geldiği sürece her yer aynı…
Meğerse gelmiş geçmiş en doğru özlü sözü Orhan baba söylemiş, “BATSIN BU DÜNYA”…
Orduevi misafir giriş kartım var, arabayı Harbiye orduevine park etmek benim için en pratik yöntem, bizim ofisin tam karşısı; Afilli yeni Thy Taksim ofisine de 2 dakika yürüyüş mesafesinde. Orduevinin girişinde askeri barikatın önünde bir de polis barikatı var. Ne işe yarıyorlarsa? Polis barikatı alüminyum körük, askeri barikat da 1 metre yükseklikte tekerlekli demir. Yani tanka, TOMA'ya falan gerek yok; benim Alfa ile bir dürtsen içeridesin. Neyse, girişte asker arabayı egzost borusunun içine kadar arıyor, hatta kaputu açıp motora bile bakıyor. Asker motora bakarken gergin havayı dağıtmak istedim. "Nasıl motor temiz değil mi?" diye seslendim. 2004 Mayıs doğumlu Alfama gözümün içi gibi bakarım, servisten daha yeni çıktı, motor temizlendi, boya koruma yapıldı, cillop gibi oldu. Gurur duyuyorum benim antikayla ya, benzer bir tepki de askerden bekliyorum... Avucumu yaladım, çocuğun suratı mahkeme duvarı gibi. Aynı anda başka bir asker kimliğimi kontrol ediyordu, ona da "nasıl bugün darbe felan planlayan var mı?" diye sormak geçti içimden ama yutkunup kendimi tuttum. Herkes gerginken gerzek mizah anlayışımın başımı belaya sokmasından tırstım. Giriş kapısının tam karşısında ise bir polis arabası içeriye kimin girip çıktığının çetelesini tutuyordu. Yanlışlıkla o sırada 2 albay gelip benimle beraber içeriye girmeye kalkışsa halim nice olurdu bilemiyorum, her an çeteden, örgütten içeriye alınabiliriz diye arkadaşlarla bile toplanmaya çekinir olduk. Arama bitti, uzman çavuşun şüpheli bakışları altında içeriye girdim ama sağ ön koltukta duran sırt çantama kimse bakmadı. Rahat 15 kg C4 veya 6 tane Uzi sığar içine.
Arabayı park edip orduevinden çıktım, hava mis, sabah saat 6 buçuk, bugün neşem yerine gelecek tansiyonum düşecek gibi hissediyordum. Sporculuk yıllarımın o sokakta geçtiğini hatırladım. Radyo evi ile orduevinin arasından yürüyerek Spor Sergi'ye giderdik. Fenerbahçe ile oynadığımız maçlarda bilet kuyruğu Radyo evinin önüne kadar uzardı. Tam o noktada nöbet tutan çelik yelekli polisler gözüme çarptı. Bana ve karşı kaldırıma pis pis bakıyorlardı. "Günaydın" demeyi düşündüm ama yine tırstım. Benden başka kime böyle sert bakıyor diye kafamı karşı kaldırıma çevirince eli tetikte bekleyen siyah bereli asker ile göz göze geldim. "Ana, şimdi bunlardan birisi hapşırsa postu bok yoluna deldirebilirim" diye düşünüp adımlarımı sıklaştırıp kendimi caddeye attım.
Yol kenarındaki canım restoranları nargileci - sabahçı kahvelerine çevirdiler. Arap müşterilerden medet umuyorlar. Kafa masada akşamdan kalma 6-7 kişilik bir yerli vatandaş grubu oturuyordu. "Yerli vatandaş" diyorum çünkü hepimizin bildiği gibi bir süredir vatandaşlar artık "yerli" ve "yabancı" olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar. Birisi homurdandı, "şu karşı kaldırımdaki minibüs 1 saattir orada duruyor, içinde bomba falan olmasın"... Ba, ba, ba, yerli vatandaşımdaki takipçilik ve paranoyaya bak...
Tam o anda bir taksi durdu, erkek yerli vatandaş kadın yabancı vatandaşı hafif itekleyerek arabadan aşağıya indirdi, kadın şaşkın ama üst baştan belli ki dün gece hızlı yaşanmış ve olay bitmiş; doğal olarak abi hanımefendiden yakayı sıyırmaya kararlı. Durumu gören başka bir araba yola terk edilen kadının yanına yanaştı, fırsattan istifade arabaya davet etti. Öyle ya biri de bir, bini de bir değil mi? Üstelik kadın yabancı vatandaş, yani ne yapsan mübah; ister sev, ister sigortasız çalıştır. Kadına travma üzerine travma… O da benim gibi adımlarını sıklaştırarak kirişi kırdı. Hilton’un önünde bekleyen taksici ile göz göze geldik. “Durak taksisi bu, zarar gelmez” diye geçirdim içimden ama şoförün bakışlarından şöyle bir şey okunuyordu, “acaba bu yarma bana bir şey yapar mı?” Aynı anda kaldırımı süpüren çöpçü ile kesişmeye başladık. Sanki her an süpürgenin sapını kafama geçirecek gibiydi, öyle bir şeye yeltenirse sopayı havada nasıl tutup tekmeyi bacak arasına nasıl yapıştıracağımı planladım. Karşıdan elinde tespihle, sarıklı, cübbeli, sakallı bir amca geliyordu, “bre zındıklar hepiniz yakında yola geleceksiniz, buralar artık bizim” der gibi etrafa bakıyordu.
Sokak her zamankinden daha sakin ama sanki daha tehlikeliydi, kendimi Thy ofisinden içeriye dar attım, nabzım yükselmişti. Yeni afilli Thy Taksim ofisi uzay merkezi gibi, 3 ay sonra yapacağın uçuşun bagajını bugünden buraya bırakıyorsun, 3 ay sonra Papua Yeni Gine’ye indiğinde şak diye valizini eline veriyorlar. O derece yani… Ha bu arada sen o valizin içine 3 ay öncesinden koyduğun eşyalarını kullanamıyorsun ama olsun, bu hizmet ne halta yarıyorsa artık bilemiyorum… Sakın “havalimanına toplu taşıma ile valiz taşımadan gidebilirsin” falan demeyin, o zaman ben de size “sadece Taksim ofisinden verilen bu hizmet için valizimi Taksim’e nasıl getireceğim” diye sorarım. Elemanlar yeni gelmiş, ofis yeni açılmıştı; içeride bir tek ben olduğum için sıra numarası falan almadım. Tek açık bankoya kafadan daldım. Kapıda durması gereken güvenlik görevlisi içeride müşteri bekleme koltuklarında bacak bacak üzerine atmış oturuyordu, çok havalıydı, beni pek iplemedi. Belli ki polisin ve askerin itibarının yerle bir olduğu günlerde kendisine güveni tavan yapmıştı. Kendimi “acaba güvenlikçilerin de fetüsçü olanı var mıdır?” diye düşünmekten alamadım. Öyle ya bunlar da toplanıp darbeye falan kalkışırlarsa halimiz nice olur düşünsenize. Bırakın köprüleri, havalimanlarını falan; AVM lere adım atamadığımız gün asıl darbe gerçekleşir. İstinyepark, Kanyon, Akasya’da felan çok mühim alışveriş işleriniz var ve kapıdaki dedektörün dibindeki güvenlik görevlisi “yasak kardeşim, darbe oldu evinize dönün yoksa pantolon kemerinizi bile çıkarttırıp makatınıza kadar arama yaparım” diye sizi tehdit ediyor. Arkasında da çalışır durumda Taski marka turuncu temizlik arabalarının üzerindeki sürücüler pis pis size bakıyor. ISS temizlik personeli elde süpürge, faraş, tepsi toplama arabası, çöp torbası ne mühimmat varsa tam teçhizat teyakkuzdalar. Aslında fena olmaz be, hem memleketi temiz tutarlar hem de her yer güvenli olur...
Bankoda görevli Arap ırkından yabancı vatandaşın bozuk İngilizcesiyle “kut morrrning” demesiyle hayallerimden uyanıp; “la havle günaydın vela kuvvete illa billahil aliyyyil aziym” cevabını verip lafa “koltuk seçimi yaptırmak istiyorum” diye devam ettim. Adam suratıma bön bön baktı, güvenlik görevlisi pişkin pişkin sırıtarak oturduğu yerden lafa giriverip, “abi İngilizce bilmiyor musun?” dedi... O an beynimde şimşekler çaktı, “ulan hıyar benim bildiğim İngilice ile alayınızı uzay mekiğine bindirip aya götürüp getiririm” demek geçti içimden ama kendimi tuttum. “Yok bilmiyorum kardeşim sen biliyor musun?” diye sordum. Güvenlik görevlisi tufaya gelmek üzere olduğunu anlayıp çattığı beladan kurtulmak için toparlanıp yerinden kalkıp uzadı. Yaşasın!!! Bu sefer darbeyi ben yapmıştım. Bankonun önünde, tepesinde kırmızı ışık yanan bir cihaz gözüme çarptı, üzerinde şöyle yazıyordu, “müşteri memnuniyeti için tüm görüşmeleriniz kayıt altına alınmaktadır”. Cihaza doğru hafifçe eğilip yüksek sesle “Türkiye’de Türk Havayolları’ndan bilet almak için İngilizce bilmek mi gerekiyor? Kendi memleketimde kendi havayolumdan kendi dilimi konuşarak bilet alamayacak mıyım ulen?” dedim. Serzenişimi duyan başka bir eleman hemen bankodaki mesai arkadaşına yardım etmek için yanına geldi. Gülümseyerek bana “maraba” dedi. Yine oldukça esmer başka bir yabancı vatandaş ile karşı karşıyaydım. Adam bankodaki arkadaşı ile aramızda Arapça – Türkçe mütercim tercümanlık yapmaya başladı. “Nasil yardimci olabileymggg?”…Thy deki işlerinden çıkartılan binlerce sülün gibi yerli vatandaş gencimiz gözümün önünden geçti. Hey gidi, ne günlerdi be…
Uzatmayayım, tercüman aracılığıyla yer seçimimi tamamladıktan sonra yine sokaktaki ve kafamdaki, hayali ve gerçek silahların, darbecilerin, irticaların, tecavüzcülerin, teröristlerin arasından geçip orduevine girdim. Eskiden her felakette sığınak olan ama günümüzdeki bu en tehlikeli yerde biraz nefes almaya karar verdim. 12.17 TL ödeyerek kendime mükellef bir kahvaltı sofrası kurdum. RAKAMLAR ÇOK KRİTİK, kaymak porsiyon 1.38 TL, 3 adet zeytin 0.47 TL, domates dilim 0.28 TL, hellim ızgara 1.13 TL... Kim bu rakamları nasıl hesaplıyorsa NASA mühendisleri yanlarında halt etmiş…
Canım dünya güzeli memleketimde artık ben dahil herkes birbirine şüpheyle bakıyor. İstediğiniz buysa başardınız. Başarılarınızın devamını dilerim, habire arkasına sığınmaya çalıştığınız Allah sizi bildiği gibi yapsın.
Memleketi terk etmekten bahsediyor bazı arkadaşlar, memleketi terk etsek ne olacak? Kafamıza kazıdıkları paranoyalar bizimle birlikte geldiği sürece her yer aynı…
Meğerse gelmiş geçmiş en doğru özlü sözü Orhan baba söylemiş, “BATSIN BU DÜNYA”…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder