Milli basketbol oyunculuğundan antrenörlüğe, hakemlikten spor kulübü yöneticiliğine kadar uzanan; iç hesaplaşmalarla zenginleşen bir yaşam öyküsü. Ölüm olayının tüyler ürperten yaşanmış gerçek anlatımı…
Cihat LEVENT
20 Temmuz 2017 Perşembe
CİHAT LEVENT İLK KİTABINI YAYINLADI
Milli basketbol oyunculuğundan antrenörlüğe, hakemlikten spor kulübü yöneticiliğine kadar uzanan; iç hesaplaşmalarla zenginleşen bir yaşam öyküsü. Ölüm olayının tüyler ürperten yaşanmış gerçek anlatımı…
1 Temmuz 2017 Cumartesi
GALATASARAY ve BASKETBOLUN ŞİFRELERİ...
Bir spor kulübünün can damarları olan kurumsal yapı, sistem ve uzun vadeli plan gibi olgular zaten rahmetli Özhan ağabey devrinde rafa kaldırılmıştı. İşte o günlerde spor kulübü olmaktan çıkıp finans şirketine dönüştük. Artık dinimiz imanımız para bulmak olmuştu. Kasalar dolusu para bulup topçunun birini alıp ötekini satmaya koyulduk. Gömlek değiştirir gibi teknik direktör değiştirmeye başladık. Etik kodlar, Galatasaray kültürü ve spor ruhundan hızla uzaklaştık.
Özbek yönetiminin seçilmesiyle her şey daha da beter oldu.
Tüm bu olumsuzlukların üst üste gelmesine rağmen hala elimizde çölde pınar misali ender bulunur bir koz vardı. Ergin Ataman sınırlı imkanlara aldırmadan en yüksek başarıları hedefliyordu. Haksızlığa hiç gelemiyordu, hırsı zaman zaman profesyonelliğinin önüne geçiyordu, uzun lafın kısası amatör ruhunu hala kaybetmemişti. Bir de çok koyu Galatasaraylıydı tabi...
Şube sorumlusu ilk iş olarak Ergin'e saldırdı. Eski federasyon tarafından dışlanmış sınıf arkadaşını ne olursa olsun memlekete geri getirmeyi amaçlıyordu. Ergin ilk saldırıyı ustaca savuşturdu ve yıllık ücretinde %40 a varan indirim yaptı. Bu jest karşısında birilerinin dili tutuldu çünkü Ergin'den çok daha varlıklı olmalarına rağmen hiçbir zaman Galatasaray'a bu kadar büyük bir tutarda maddi katkı yapmayı akıllarından bile geçirmemişlerdi. Vuslat başka bahara kaldı, Ergin'i gönderebilmek için iyi bir fırsat kollanmaya başlandı. Hatta başına liseli bir genel menajer atayarak her adımını kontrol etmekten geri kalınmadı. Galatasaray basketbol tarihini inceleyin, Cemal Nalga'dan Lynetta Kizer olayına kadar yüzümüzü kızartan her skandalda işin başında iş bilen liseliler vardır.
Ergin hiç beklenmedik bir başarı elde etti ve Avrupa kupasını kazandı. Birileri buna çok üzüldü çünkü Avrupa şampiyonu olan antrenörü kovmak imkansızdı. Ama kupa ile cemiyette fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmediler. Hatta kendi yüzlerini şampiyonluk fotoğrafına photoshop ile eklettiler. Vuslat yine başka bahara ertelenmişti. İki yıl beklemek zorunda kalan sınıf arkadaşına karşı mahçubiyet tavan yapmıştı artık bu kadarı da kardeşliğe sığmazdı. Daha sağlam bir bahane uydurulması gerekiyordu ve akıllarına dahiyane bir fikir geldi. Bu kaka antrenör kulübü tam 55 milyon zarara uğratmıştı. Öyle ya transferleri yapan parayı harcayan bu adamdı, koskoca kulübün yönetim kurulunun veya şube sorumlusunun hiçbir fonksiyonu yoktu. Bu masala kargalar bile gülerken Ergin şak diye bedava çalışırım dedi ve tabi birilerinin karizmasını yerle bir etti. Düşünsenize dünya kadar paranız var, iyi tahsilli ve yakışıklısınız ama kimse size saygı duymuyor çünkü samimi değilsiniz. Ne kadar zor bir hayat, Allah düşmanımın başına vermesin.
Sıra Ergin ile birlikte Avrupa şampiyonluğunun ikinci mimarı olan kaptana gelmişti. Mumla yerli oyuncu aranan Türk basketbolunun tek adamı ve milli takımın kaptanı Sinan Güler de bu yönetim tarzına iki beden büyük geliyordu. Sinan kulübünden ilgi göremezken beklenen teklif ezeli rakipten geldi. Aynı paraya aynı kalibrede bir yabancı oyuncu bulunabilirdi tabi, yerli oyuncunun takıma kattığı ruh ve mücadele gücü kimsenin umurunda değildi. Burada da işin kolayına kaçıldı, koyu Galatasaraylıların zayıf karnına bastılar yumruğu. "Galatasaray kaptanı ihanet edip bizi para uğruna sattı, rakibe gitti" dediler. Kimse hatırlamadı yönetimin hayati play-off maçından önce "bütçeyi küçülteceğiz, Euroleague hedeflemiyoruz" beyanatlarını. Kendi takımımızı sabote edip finale çıkmasını engellemek istesek ancak bu kadar olurdu yani...
Sonra Sinan'ın arkasından muhtemel yeni kaptan bir Tweet attı. Baktı ki evdeki hesap çarşıya uymadı tükürdüğünü yalayıp kendi mesajını sildi. Sonra tekrar yayınladı ve bir daha sildi. Şimdi bu delikanlı büyük ihtimalle koskoca Galatasaray'ın kaptanı olacak. Bu kulüpte sembol olmak sevdasıyla centilmenlik anlayışını ayaklar altına aldı. İşte yazıyorum buraya, sonu futbolcu Sabri gibi olur. Allah sonumuzu hayretsin, Baba Özerlerden, Nedret ağabeylerden buraya geldi Galatasaray kaptanlığı. Bence en kıdemli yabancı oyuncu kaptan olsun daha iyi...
Şimdi ne mi olacak? Her şeye yeni baştan başlanacak. Yeni antrenörümüz işini çok iyi yapan bir idoldür. Şubeyi ayağa kaldırması için en az 4-5 yıla ihtiyacı var. Sizce bu kadar süre kulüpte kalabilir mi? Bekleyip göreceğiz.
30 Mayıs 2017 Salı
GALATASARAY’I ANLAMAK…
Çocukluk günlerimizde hep aynı hurafeyi dinlerdik “2000 li yıllar dünyada çok şeyi değiştirecek, milenyum çağı başlayacak” diyorlardı. Ben çocuk aklımla dünyaya uzaylılar falan gelecek zannederdim. Gerçekten 2000 li yıllar hayatımızın dönüm noktası oldu. İnternet geldi, sosyal medya geldi; ülkeler arasındaki mesafeler ortadan kalktı. Lüks tüketim ve doyumsuzluk arttı, herkes kazanan tarafta olmak istedi. Ortadan kalkan sadece insanlar arasındaki mesafeler değildi, kültürler de karma bir yapıya büründü.
Galatasaray da 2000 li yıllardan nasibini aldı. Milenyuma çok gösterişli bir giriş yaptık. Çifte Avrupa kupasıyla tüm dikkatleri üzerimize çektik. Artık Galatasaray; Galatasaray olduğu için sevilmiyordu, çok başarılı olduğu için seviliyordu. Pasta büyümüştü ve herkes kendisine kocaman bir dilim almayı hayal ediyordu. Güçlüden yana olmak milenyumun en revaçta marifetiydi. Galatasaray kazanıyordu, kazandıkça daha çok seviliyordu. Kimse Galatasaray’ın özüyle ilgilenmiyordu, ruhlarımızı bilinçsizce güç, başarı, zenginlik ve popülarite duvarlarının arasına hapsetmiştik. Kendi kendimize eğleniyorduk, çok geçmeden çatımızın kara bulutlarla kaplanıp hayatımızın zindana döneceğinden habersizdik. Arada bazı çatlak sesler gerçeği haykırdılar ama halimizden o kadar memnunduk ki doğru söyleyenler ya 9 köyden kovuldular ya da hain ilan edildiler.
Sonra bize kim olduğumuzu hatırlatabilecek atalarımız birer birer bizi terk ettiler. Metin, Turgay, Nedret, Özer ve Ali’ler göçüp gittiler. Geride kalan orta kuşak ağabeyler ise tam bir hayal kırıklığıydı, onların bizim Galatasaray aşkımızı perçinlemeleri gerekiyordu ama bizi kenara itip “durun bakalım siz daha çocuksunuz, siz anlamazsınız, Galatasaray’ı biz sizden daha çok seviyoruz, neyin daha iyi olduğunu biz biliriz” dediler. Yakın geçmişe kadar insanlar Galatasaray’a değer katarken, Galatasaray o kadar büyüdü ve insanların emelleri o kadar küçüldü ki herkes koca çınardan bir yaprak koparmanın peşine düştü. Keşke kopardıkları yaprakların bindikleri dallarını kesmekle eş değer olduğunu ön görebilselerdi.
İmkanlar o kadar sınırsızdı ki bal tutanların parmak yalaması alışkanlık haline geldi. Sonra kardeşler arası miras kavgası başladı, statükocular pastadan en büyük dilimi alıp diğerlerine küçük sus payları vermeyi adet edindiler. Baktılar ki işler tıkırında gemi azıya alıp “artık hepsi bizim” dediler, kendilerini herkesten üstün zannettiler. Oysa asıl gücü diğer kardeşlerinden aldıklarının farkında değillerdi. Her geçen gün bütün olarak zayıflamamıza neden oldular.
Organizmanın iç yüzü gibi dış yüzü de süratle değişiyordu, Galatasaray’a gönül verenlerin hali, tavrı terse dönmüştü. Alp Aslan da biz terk edince işler çığırından çıkmaya başladı. Kimin ne dediği, kimin neyin peşinde olduğu belli değildi. Ekonomik, kültürel ve politik manipülasyon aldı başını yürüdü.
Galatasaray’ı anlamak için Galatasaray’ı yaşamak ve hissetmek gerekir, topun çizgiyi geçmesinin Galatasaray’ı anlamakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Galatasaray’ı anlamak için tarihini, amacını bilmek ve mümkünse atalarını dinlemek gerekir. Elimizde bir Yalçın kaldı, o da ne kadar burada olacak bilinmez; imkanınız varsa gidin yanına, kalan zamanını paylaşmayı deneyin.
Galatasaray bir bütünün parçasıdır, ebedi dostları ve ezeli rakipleri vardır. Galatasaray büyüktür, Galatasaray bir kültür beşiğidir, Galatasaray bu memleketin parlayan yıldızlarındandır…
Birileri artık bizi istemiyor, birileri de geçici bir süre için ayakta kalabilmek uğruna düzene boyun eğiyor. Biz değil miydik eskiden kuralları koyan, kendi bildiğimiz yolda yürüyen? Neden bir adım geri çekilip büyük resmi görmeye çalışmıyoruz?
Galatasaray’ı Galatasaray olmaktan çıkartmaya çabalayanları alt etmenin tek yolu vardır o da özümüze dönüp kültürümüze sahip çıkmaktır. Biz top oynayan, ağaca tırmanan çocuklar; kendi çocuklarımıza da bu kültürü miras bırakmak istiyorsak asla vazgeçmemeliyiz. Katarlı’nın, Rus’un dünya şampiyonu Galatasaray’ını alkışlayacağıma ben kendi Galatasaray’ımı mahalli kümede seyretmeye razıyım.
Ağabeydir, abladır, kardeştir, biz birbirimizi affederiz ama tarih bizi affeder mi bilemiyorum…
12 Mayıs 2017 Cuma
GALATASARAYLI AĞABEYLERİME SESLENİYORUM...
5 Nisan 2017 Çarşamba
ŞAMPİYON GİT ŞAMPİYON GEL...
Bir takımın şampiyon olabilmesi için sporcularının birbirlerine ve antrenörlerine güvenmesi gerekir. Eğer bir de antrenör takımına inanıyorsa tadından yenmez. Sırtını sıvazlar "sen yaparsın aslanım" der. Bu tek bir cümle o güne kadar hiç beceremediğiniz bir şeyi tereyağından kıl çeker gibi yapmanızı sağlar. Bknz Şekil 1A 1986 basketbol finalinde 15 numaralı Galatasaray formasını giyen tıfıl çocuk.
Galatasaray forması ile 1986 da şampiyon olduk; 1987 de çok daha güçlü, pahalı ve derin bir kadro kurduk ama kupayı göstere göstere daha önce hiç kazanamamış bir takıma hediye ettik. Antrenör değişikliği makine düzeninde işleyen takımdaki bütün dengeleri alt üst etmişti.
Ülkeye ilk basketbol Avrupa şampiyonluğunu kazandıran ekolden yetişti Ergin Ataman. Zeki ve hırslıydı, hızla yükseldi ama sistem onu kısıtlıyordu. Avrupa'ya gitti, her başarılı spor adamı gibi çalışkan ve duygusaldı, yüreğindeki memleket sevgisi hep ağır bastı. Çok geçmeden olgunlaşmış bir usta olarak yurda geri döndü. Maalesef burada aynı sorunlar kendisini beklemeye devam ediyordu. Sadece mektep takımında biraz basketbol oynamış, onu da pek becerememiş adamlar ustaya işini öğretmeye kalkıştılar. Olay tam bir kişilik çatışmasına dönüştü, takımın faydası, kutsal değerler falan hiçe sayıldı ama olgunlaşma dönemine girmiş olan usta krizi doğru yönetti ve ücretinde dudak uçuklatan bir indirim yaptı. Bu hamlesi kendisini kapı dışarı etmek isteyenlerin elini kolunu bağladı çünkü o paraya bu kalibrede bir coach bulmak imkansızdı. Kendisinden 5 misli fazla para alan rakip antrenörün Galatasaray'dan 3 kat daha pahalı takımına sahayı dar etti. Basketbol tarihimizin en heyecanlı ve zevkli zaferlerinden birisinin mimarı oldu. Bununla da yetinmedi gitti Avrupa şampiyonluğunu kazandı iyi mi?
Biz kendisine teşekkür etmek için ne yaptık? Koro halinde anasına küfür edilmesini seyrettik. O gün o salonda Ali Uras başkanım olsaydı o tribünlerdeki küfürbazları teker teker tokatlardı. Takımın başında sahaya çıkan menajer Baba Özer olsaydı tek başına tribüne dalardı. Sahadaki kaptan Nedret ağabeyim olsaydı takımı peşine takar gözünü kırpmadan menajerinin arkasından ölüme giderdi.
Esas önemli olan kimin kime ne küfür ettiği değildi. O küfürlerin edilmesine kimlerin ve nasıl sebep olduklarıydı. Orada ana avrat küfür eden gençlerin aslında tribün dışında çok efendi insanlar olduklarına defalarca şahit oldum. Takım tutkusu, maç heyecanı ve toplum psikolojisinin fanatizme dönüştüğü zaman kitlelerin ne kadar kolay manipüle edilebileceğinin birçok kez şahidi oldum.
Dün Ergin hoca hepimiz için en hayırlısını yaptı ve Barcelona ile 5 yıllık anlaşmanın eşiğine geldi. İnşallah bir aksilik çıkmaz da benim planlarım tutar.
Oraya ne için gidiyor biliyor musunuz?
1-) Barcelona ile Euroleague şampiyonu olmak için.
2-) Burada kendisine huzur verilmediği ve haksızlığa uğradığı için.
Bir de olaya geniş açıdan bakalım. Yaptığı ücret indiriminden kaybettiği parayı fazlasıyla geri kazanacak. Zaten usta olmuştu ama önümüzdeki 5 yılda büyük usta olacak. Kuvvetle muhtemel Yalçın Granit ağabeyden kavuğu o devralacak. Henüz 51 yaşında, Barcelona ile sözleşmesi bittiğinde 56 yaşında olacak ve bence kendisine rahat batacak. Hırsına ve memleket özlemine yenik düşecek, yarım bıraktığı işi tamamlamak için geri dönecek.
Umarım biz o yıllarda kulübümüzdeki aksaklıkları düzeltip dirayetli bir yönetimle kendisine eksiksiz bir çalışma ortamı yaratabiliriz. İşte o zaman Yenilmez Armada ruhu geri döner. Ali Uras'lar, Özer Salnur'lar, Nedret Uyguç'ların gözü arkada kalmaz.
Neden böyle şeyler yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü ben o Galatasaray'a ait bir Galatasaraylıyım, kendimi bugün ki Galatasaray'ın bir parçası olarak görmekte zorlanıyorum. Evet, şu sıralar meteliğe kurşun atıyoruz, bütün tersanelerimize falan da girildi ama bizim bu karanlık günlerden sıyrılmak için bizden başka bir şeye ihtiyacımız yok ki... Ne para ne pul, Yenilmez Armada ruhu lazım bize. İki seçeneğim var ya çekip gideceğim ya da o eski Galatasaray ruhunu canlandırmak için savaşacağım. Bir şampiyonun arkasını dönüp gitmesi reva mıdır? Mücadeleden bıkıp gitseydim ben şampiyon olabilir miydim?
Şimdi sen git Ergin hoca, hepimiz için hayırlı olan bu, git ama şampiyon olarak git. Sonra da hayırlısıyla geri gel birlikte birkaç defa daha şampiyon olalım. Benden yana her zerresi helaldir, sen de hakkını helal et lütfen.
28 Mart 2017 Salı
SUÇLU AYAĞA KALK...
İnsanoğlunun geleceğini çizebilmesi için elindeki en kuvvetli verilerden birisi de tarih bilgisidir. Geçmişte yapılan hataların sonuçları doğru analiz edilip kalıcı çözümler üretilmediği takdirde, gelecekten mutluluk ve başarı beklemek ahmaklıktır.
Şimdi gelin hep birlikte Galatasaray tarihine bir göz atalım.
1905 yılında liseli gençler tarafından kuruldu, yani bizim gibi koca adamlar değil, bir avuç genç öğrenci bir hayalin peşinden gittiler. Aralarında ülkenin en zengin iş adamları, politikacıları falan yoktu; yaşları küçüktü ama yürekleri büyüktü. Devam ettikleri mektep de öyle sıradan bir okul değildi, Osmanlı sultanı tarafından kurulmuş bir ilim yuvasıydı. O gençler orada önce zihinlerini terbiye ettiler; matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, felsefeyi ve hatta yabancı dilleri öğrendiler. Kafaları o kadar çok çalışmaya başlamıştı ki zihinleri bedenlerine sığmaz oldu. Fiziksel enerjilerini felsefeyle yoğurmaya karar verdiler, amaç en iyisi olmaktı ve liderleri dedi ki,
“Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”
Ali Sami bey her şeyden önce takım olmayı hayal ediyordu ve bunu gerçekleştirebilmek için bir renge, bir sembole, bugünkü lisanla bir marka ve temsil değerine sahip olmak gerektiğini düşünüyordu. İşte, o günlerde “Gayın” ile “Sin” bir daha ayrılmamak üzere iç içe geçip birbirlerine sarıldılar; sarı, ebedi sevgilisi kırmızısına o günlerde kavuştu… Aynen bu felsefeyle doğdu bugün yüreklerimize kazınan renk aşkımız, arma aşkımız… Amaç belliydi; vatanımızda gözü olan düşmana her alanda haddini bildirmek… Onları kendi silahlarıyla vurmak gerekiyordu, bunun da tek bir yolu vardı; tek bilek, tek yürek olup hepsini sahadan silmeliydiler.
Memleket çok zor günler geçiriyordu, o yüzden kimse birbirini yemeyi ve yenmeyi aklına dahi getiremiyordu. Amaç çok açık ve netti, hedef Türk olmayan takımları yenmekti. Kendi kanından kendi canından olan kardeşin ile oynayıp yensen de yenilsen de ne fark ederdi ki?
İşte o zor günler takım olmayı, aynı amaç uğruna can vermeyi çok daha kolay hale getiriyordu. Ali Sami bey ayakkabısından kestiği deri parçası ile meşin yuvarlağa yama yapıyordu. Kimse şampanya içip havyar yemek derdinde değildi, kimsenin daha gösterişli ev veya daha pahalı arabaya ihtiyacı yoktu. Vatan toprağını savunmak, huzur ve barış içinde özgürce yaşamaktı amaçları. Yüzlercesi hayalini bile kuramadı diplomalarının veya yavuklularına kavuşmanın… Güle oynaya gittiler cepheye vatan uğruna can vermeye. Bir gün son sınıfa derse giren tarih öğretmeni dersliğin boş olduğunu görünce hademeyi bulup öğrencilerinin nerede olduğunu sordu, hademe bütün son sınıfların topluca cepheye gittiğini söyleyince gözyaşlarını tutamayarak kürsüye yığıldı ve dudaklarından o tarihi sözler döküldü.
“Ben onlara tarih öğretmeye gelmiştim, meğerse onlar tarih yazmaya gitmişler…”
İşte bu kahramanlık öyküleriyle, bu derin felsefeyle ve bu yüksek ilim anlayışıyla kuruldu şanlı Galatasaray’ımız. Bugün tüm gelişmiş teknolojilere ve sınırsız imkanlara sahip olan koskoca adamların, yani bizlerin, bir araya getiremediği tüm öğeleri yokluk içindeki o bir avuç genç adam sonsuza dek birleştirdi. İlim, felsefe, inanç ve cesaret…
Sonsuz diyorum çünkü birileri arsalarımızı, hatta kulübümüzü bile satabilir ama Galatasaray sevgisi nesilden nesile aktarılacak ölümsüz bir aşktır. Galatasaraylı olmak topun çizgiyi geçmesi ile ilgili değildir, Galatasaray tarihini bilmek, terbiye ve felsefesini idrak etmek demektir.
Pekiyi ne oldu bize de bu hallere düştük? Bu mutsuzluk batağına nasıl saplandık? O günlerden bugünlere kadar değişerek gelen istisnasız her şey içinde en masum kalanı “Gayın” ‘ın “G” ‘ye “Sin” ‘in “S” ‘ye dönüşmesidir. Geriye kalan her şey benim için tam bir hayal kırıklığıdır.
Önce liseyi kaybettik. İlkokul bölümünün kapanması fazla sorun olmamıştı, ortaokul çağına gelen en seçkin öğrenciler çok sıkı bir sınav verdikten sonra liseli olmaya ilk adımlarını atıyorlardı. İlköğretim sistemine geçilip ortaokul da kapandıktan sonra açılan ilköğretim okulu Galatasaray ruhundan çok uzaktı. Kurulan üniversitenin ise kulübe hiçbir katkı sağlamayacağı aşikardı.
Biz ne yaptık? Lise ruhunun Galatasaray Kulübüne katkısının farkında mıydık? Hayır değildik, hatta bazılarımız liselilerden pek haz etmediğimiz için hoşumuza bile gitti bu durum.
Daha sonra globalleşen yerküre ve büyüyen spor ekonomisi başımıza bela oldu. Herkes internet aracılığıyla tüm dünyada neler olup bittiğini öğrenmeye başladı. Spor sektörünün cazibesi hızla arttı ve buna bağlı olarak spor ekonomisi dev boyutlara ulaştı. Bu gelişime ayak uydurabilmemiz için ufkumuzu genişletmemiz gerekiyordu, çok ama çok şanslıydık çünkü kulübümüzün başına vizyoner bir başkan gelmişti. Bazıları kendisini hayalperest, bazılarıysa hesaptan kitaptan uzak olarak nitelendiriyordu ama atladıkları bir gerçek vardı, sadece kulübümüzün tarihi değil, hayatta her şey hayal kurmakla başlardı…
Modern bir stadımız olsa falan diye düşünmeye başladık ve camianın büyük çoğunluğunun bırakın inanmayı hayal bile edemediği UEFA ve Süper Kupa şampiyonluklarını kazandık. Bir o kadar ironiktir ki bu büyük başarılar sonun başlangıcı oldu. Kazanılan kupaları paraya çevirmekten acizdik çünkü bu şampiyonlukları kazanabileceğimize inanmamıştık ve bu başarıları satabilecek bir pazarlama stratejimiz yoktu. Kupanın belgeseli ancak 1 sene sonra çekilebildi ama biz o sezon kendi ülkemizde bile şampiyon olamadık. Sadece yerli rakiplerimize göndermeler yaparak kendimizi tatmin ettik.
Artık çıta çok yükselmişti, daha başarılı olmak için hiç kaybetmemek gerekiyordu. Bizden öncekilerin bıraktığı mirası harcadıkça harcadık, “harcamazsak başarılı olamayız” diye kendimizi kandırmaya başladık. Bu kadar büyük paralar harcanırken birazını da kendimize almakta bir sakınca görmedik. Bal tutan parmak yalar misali; eşi, dostu, akrabayı kulübe yerleştirip büyüyen spor ekonomisinden pay almaya başladık. Hem de tanıdıklarla çalışmanın daha güvenilir olduğunu düşündük. Zamanla işe göre adam değil adama göre iş bulmaya başladık. Sonra gemi azıya alıp kulüp fakirleşirken birileri zengin olmaya başladı. Bununla da yetinmeyip doğru söyleyeni dokuz köyden kovduk.
Kulüpte bir devir kapanıp başka bir devir başlarken körüklenen liseli lisesiz kavgası gündeme damgasını vurdu. Biz ne yaptık? “Bu kulüp artık o lise takımı değildir, biz dünyaya mal olduk” dedik. Yumurtadan çıktık kabuğumuzu beğenmez olduk, hoş kabuk da o eski kabuk değildi ya neyse…
Artık “kafatasçılık” denilen bir kavram oluşmuştu. Liseliler dönem arkadaşlarını toplayıp oy potansiyeli yaratarak kulübü yönetmeye başlamışlardı. Liseli olmayanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak mubahtı. Toplu aidat yatırmalar, seçim için uçak bileti yollamalar, lüks otellerde verilen davetler işin şeklini değiştirmişti. “Hazirunculuk” adı altında yeni bir meslek icat ettik.
Dağın tepesinden aşağıya bırakılmış kartopu gibi yuvarlanmaya başlamıştık. Birilerine yakın olmak her şeyden önemli olmuştu. Dışarıdan dostlarla yakınlaşma gibi görünen bu durum aslında kardeşin kardeşe düşman olmasından başka bir şey değildi. Geçmişte de buna benzer bazı şeyler yaşanmıştı, hatta biz başlatmamıştık, rakip bu polemiğe sebep olmuştu ama eğri oturup doğru konuşalım, biz de bu krizi iyi yönetememiştik. Adam çıkıp “Galatasaray yabancı takımlarla oynarken ben yabancı takımları tutuyorum çünkü Galatasaray’ın yurt dışında para kazanıp gelip o ekonomik avantajı kendi ülkemizde bize karşı kullanmasını ve bize üstünlük sağlamasını istemiyorum” dediği zaman biz ne yaptık? “Zaten biz de sizi tutmuyoruz” dedik. Oysa bizim felsefemiz ve kültürümüz böyle miydi? Kurucumuz, liderimiz Ali Sami beyin öğrettiği gibi bir cevap veremez miydik? “Efendim o sizin şahsi düşüncenizdir, biz Galatasaraylılar sonucu ne olursa olsun yabancı takımlara karşı oynayan Türk takımlarını tutarız” diyemez miydik? O zaman o adam kendi camiasında kahraman mı olurdu yoksa “persona non grata” mı?
Ayyuka çıkan ekonomik sıkıntılar elimizi kolumuzu bağlamaya başlayınca evimizden olup gurbete çıktık. Rakiplerimiz statlarını yerinde modernize ederken biz Seyrantepe’ye sürüldük. İşte o günlerde kulübümüze siyaset ve rant bulaştı. Zaten çok ciddi bir dezavantajımız vardı, gencecik aslan gibi sporcularımızın tekke ve zaviyelere devam etmesine göz yumuyorduk. Bize dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı ile ilkelerimize ters düşmesine rağmen kendi evlatlarımızın sadece topa nasıl vurdukları ile ilgilenir olmuştuk. Aslında biliyorduk sporcu yetiştirmenin sadece adale gücü ve yetenekten geçmediğini ama ulu önderin düsturunu bile hatırlayamayacak kadar yoldan sapmıştık. Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını değil de tarikatçı olanını barındırmaya başladık, hatta böylelerinin takım arkadaşlarını da aynı batağa sürüklemelerine ses çıkartmadık.
Gün geldi memlekette devran döndü, eskiden ilkeler ve ekonomi üzerinden yapılan politika inançlar üzerinden yapılmaya başlandı. Devrin adamı olmayı daha avantajlı bulanların katkılarıyla güçler aynı odakta toplandı. İnanç birliği ile yola çıkıp biri diğerinden daha fazla yetkiye kavuşunca o inanç birliği de çatladı ve sonunda prototip iç savaşlar ülke gündemine oturdu. Dengelerin değişimine göre kah ırklar, kah inançlar üzerinden sistem manipüle edilmeye başlandı. Aslında bu noktada dönüp tarihimize göz ucuyla bir baksak olayı kavrama ihtimalimiz vardı ama biz bunu bile reddettik. Tarihte kurulmuş tüm Türk devletleri içeriden yıkılmıştır, dış düşmanlar ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar bir Türk devletini yıkmayı başaramamışlardır.
Futbol bir savaş mıdır gerçekten? Yoksa birleştirici gücü mü vardır? Bence her iki yüzü de kullanılabilir. Dilerseniz küçük bir manipülasyonla Basklar ile Katalanların tribünlerde birbirini öldürmesini sağlayabilirsiniz ya da tam tersini ispatlayan iki aslan yüreklinin, Metin ile Can’ın formalarını değiştirmesine şahit olursunuz.
Son stratejik ve tarihi hatamız ebedi dostumuzu sadece ezeli rakip olarak görüp şike davası süresince takındığımız tavırdır. Rakibimize yardım eli uzatmaktan imtina ederek kendi bindiğimiz dalı kestik. Herkes hata yapabilir ama hakka, hukuka sığmayan düzen içinde elde edilen kazançlar aslında çok büyük kayıplara neden olurlar. Şike yapanı şike yaptığı için gerektiği gibi cezalandırırsın, kimse gıkını çıkartamaz ama yapılan hatayı bir gün başka bir konuda kendine avantaj sağlamak ve bir camianın kuyruğunu elinde tutmak için kullanırsan işler değişir. Tabi bu analizi yapabilmek için algı yönetimine yenik düşmeyecek bilgi ve birikime sahip olmak gerekir. Biz manipüle edilen basında yazılanları esas aldığımız sürece, gerçek bilgiyi yargılayıp sorgulamadıkça, gözümüzün gördüğünden başka şeylere inandıkça bu düşmanca kısır döngünün içinden çıkamayız.
Şike davasının yanlış mahkemede görüldüğünü bizim başkanımız bile söyledi. Biz ne yaptık? Kendisini istifaya davet ettik. Bakın adam şike yapıldı veya yapılmadı diye tek bir kelime etmedi, bir hukuk profesörü olarak konuştu… Gelinen noktada doğru mahkemede görülen şike davasında yargılanan Fenerbahçe başkanı için savcı beraat istedi. Buyurun şimdi ne cevap vereceğiz? Beraat kararı onandıktan sonra her sarf ettiğiniz “şikeci” kelimesiyle kanunen suçlu duruma düşer misiniz düşmez misiniz?
Bu kadar yazdım ama asıl soruya şimdi geldim. Hakan Şükür ile Arif Erdem’in ihracı sırasında düştüğümüz bataktan çıkmamıza kim yardım edecek? Kimseden yardım isteyecek yüzümüz var mı? Devletten mi? Hükümetten mi? Ebedi dostlardan mı? Elbette kimseden yardım istemeyeceğiz zira “muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.” Ancak düştüğümüz duruma bir bakın Allah aşkına, Tevfik Fikret’in fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür Galatasaray camiasına bir bakın. Genel kurul karar vermekten aciz, yönetim ise kendi ayakları üzerinde durmaktan…
Ya gerçekten bu tarikatçı Hakan Şükür ile Arif Erdem bizim canımıza ve ülke bütünlüğümüze kast ettiyse nasıl bu adamlarla aynı çatı altında durabiliriz? Ya da tam tersini düşünelim, onlar da genç yaşta kandırılıp tarikata sürüklenmiş düz topçularsa ne yapacağız? Belki de bu Hakan Şükür o kadar hin bir adamdır ki herkesi kandırıp şimdi peşine düşenlerin partisinden milletvekili olmayı bile başarmıştır. Hangisinin gerçek olduğunu nereden bileceğiz? Elimizde medyadan takip ettiklerimizden başka ne veriler var? Emin olduğum tek bir konu var, bu ihraçlar siyasi malzeme yapıldı. Bizim yönetimin tamamı ve genel kurul üyelerinin bir bölümü de bu zokayı yuttu. Hükümetin istediğini yapmak ulu önderin gösterdiği yoldan uzaklaşmak anlamına gelirmiş gibi bir algı yaratıldı, sırf bu yüzden sapla samanı ayıramaz hale geldik. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal…
Hala suç kimde diye mi düşünüyorsunuz sevgili dostlarım? Suç bizde, hepimizde, gereken yerlerde gereken müdahaleleri yapamadık, hep bireysel düşündük, oysa “HATT-I MÜDAFAA YOKTUR SATH-I MÜDAFAA VARDIR, O SATIH BÜTÜN VATANDIR…”
Ne yandaşım ne tarikat sempatizanı, ben Galatasaraylıyım…
Evet, beni tanımlamak için tek bir sıfat yeter, ben Galatasaraylı Cihat’ım… Galatasaraylı olmak demek herkesin bildiği Galatasaray ilkelerini düstur edinmek demektir.
Hep soruyoruz ya “eleştirmek kolay, çözüm önerisi olan var mı” diye. Alın size çözüm önerisi :
Özümüze dönelim…
Daha açık ve net ifade edeyim…
“Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”
“Ben onlara tarih öğretmeye gelmiştim, meğerse onlar tarih yazmaya gitmişler.”
“Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.”
“Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.”
Kuruluş felsefemize sadık kalarak, ilmin ışığında, doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, hakkaniyet, cesaret, ve yakın tarihimizdeki tek doğru slogan ile TEK BİLEK TEK YÜREK…
Başkalarından daha iyi olmak için onları aşağıya çekmek değil kendimi daha iyi kılmam gerekir diye düşünüyorum. Ne bileyim, ben düz topçuyum, aklım bu kadarına eriyor, varsa sizin başka çözüm öneriniz can kulağıyla dinlemeye hazırım. Sürç-ü lisan ettiysem affola…
4 Ekim 2016 Salı
MERHABA BEN LOLO...
Ağabeyim Efe Yağız Ilıca ve ablam Bade Levent ile çok güzel zaman geçiriyoruz. Beni çok seviyor ve her fırsatta benimle oynuyorlar. Ağabeyim Yağız benim bakımımı yapıyor, her sabah gün ağarmadan tuvalet ihtiyacım için beni dolaşmaya çıkartıyor, kendisinden çok beni düşünüyor. Henüz 12 yaşında olmasına rağmen ona çok güveniyorum, onunla sadece ikimiz olsak bile bana çok iyi bakar. Bade ablamı daha az görüyorum ama o da bana sevgisini veriyor. Beni ve diğer hayvanları o kadar çok seviyor ki hepimizle inanılmaz bir empati kuruyor. Büyüyünce veteriner olmak istiyor. Onlar benim ağabeyim ve ablam.
Bir de Bobo diye birisi var. Boğaçhan Ilıca havalar soğumaya başladığı zaman göç ediyor. Kanada diye soğuk bir yerde okula gidiyormuş. Beni de götürmediği için çok bozuluyorum zira aramızdaki gönül ilişkisi çok heyecan verici. Evin en yakışıklı erkeği o, büyüyünce onunla evleneceğim...
Bizde aile kavramı biraz farklı. Çoğunlukla babalarımızla hiç tanışmayız. Doğduktan 2 ay sonra süt emme ihtiyacımız kalmaz ve annemiz ile kardeşlerimizden ayrılmaya hazır hale geliriz. Onları bir daha hiç görmeyiz. Hayata çok genç yaşta atılırız. Ömrümüz kısadır en fazla 15 yıl yaşarız. 8-9 yaşından sonra hastalıklarla mücadele etmeye başlarız ama ailemizin sevgisi bizi hayatta tutar. Bizim gerçek ailemiz insanlardır. Aç, susuz yaşayabiliriz ama sevgisiz yaşayamayız. Hayat amacımız sadakat ve insan sevgisidir.
Annem Taciser Ülkü Levent çok kıyak kadındır. Benimle çocuk gibi oynar, bana çocuğu gibi bakar. Bıraksan bütün gün kucağından indirmez. Onun yanında kendimi çok rahat ve güvende hissederim.
Tabi hayat hep mükemmel değil, bazı sorunlarım da var. Mesela sağ kulağım hala tam dikilmedi, gerçi ailem böyle daha havalı ve sempatik olduğumu söylüyor ama ne bileyim dikilse de soyumu mahçup etmesem diye düşünüyorum. Aman be bu kısacık hayat benim değil mi? Başkaları ne diyecek diye yaşayamam, dikilirse dikilir dikilmezse dikilmez, duyma sorunum olmadığı için umurumda bile değil. Sağlık en önemli şey, biraz karnım ağrısa hemen keyfim kaçıyor.
Bana hep aynı yemeği veriyorlar, yok efendim böyle beslenmek daha sağlıklıymış. Şöyle bir pirzola kemiği olsa da kemirsek...
Siyah beyaz görmek çok sinir bozucu ama siyah beyaz kürkümü çok beğeniyorlar. Bana doğuştan Beşiktaşlı diyorlar. Ne yapalım öyle yaratılmışız serde sadakat var ya takım değiştirmek bize yakışmaz. Ailenin tamamı Galatasaraylı, bir tek ben Beşiktaşlı; derby maçlarında alayını ısıracağım :)
En büyük sorunum babam olacak Cihat Levent ile... Daha tanıştığımız ilk günden sınırları belirledi. Yatak odalarına ve mutfağa girmek yasak. Dışarıdan eve gelince patilerimin silinmesini beklemem gerekiyor. Eve çiş veya kaka yaparsam vay halime. Gerçi o sorunu çözdük, daha 4 aylık olmama rağmen evin tuvalet olmadığını seve seve öğrendim. Kendi oyuncaklarım dışında hiçbir şeyi kemirmeme izin verilmiyor. Ah o sehpanın tahta bacağının ve koltuk minderlerinin ne kadar tahrik edici olduğunu size anlatamam. Zaten dişlerim yeni çıktığı için feci kaşınıyor; habire plastik oyuncak ve kösele kemik kemirmekten içim şişti... Sıkıyorsa yanlış bir şeyi dişle, bizim dev adam "HAYIRRRR" diye esip gürler...
"Otur" denince oturuyorum, "çak" denince patimi veriyorum, "gel" denince çağıranın yanına gidiyorum. En sevdiğim söz "aferin", bu lafı söylerken karnımı ve boynumu okşuyorlar, işte o an zevkten kendimden geçiyorum. Bir de "yerine" diye bir komut var, ondan nefret ediyorum. Dev adam avazı çıktığı kadar bağırıyor "YERİNE YERİNE YERİNE" işte o an acilen kirişi kırıp yatağıma gitmem gerekiyor, ne halt ettiğimi pek anlayamıyorum ama çaresiz köşeme çekiliyorum. "Yat" ve "dön" gibi bazı kelimeler de kullanıyorlar ama böyle söyleyerek benden ne istediklerini henüz anlayabilmiş değilim. Aman be her komuta uymak zorunda mıyız? Ne bu, askere mi geldik? Ama "öp" dediği zaman babamın dudaklarına bir - iki dil atmayı çok seviyorum. Malum French Buldoğuz, French Kiss bizim işimiz... Beni pataklasa da, bana kızsa da onu çok seviyorum. İlk günden onun bu evin lideri olduğunu gayet iyi anladım. Zaten rivayete göre üzerimde böyle bir otorite kurulmazsa çok şımarık olurmuşum falan filan... Ne olursa olsun o benim sahibim, ömür boyu onu sevecek, koruyacak ve sadık kalacağım, benim doğam böyle...
Ben hayatımdan memnunum ama siz insanlardan iki isteğim var.
1-) Benim kadar şanslı olmayan diğer canlılarla empati kurun. İnsan - hayvan - bitki fark etmez, her canlının sizin canınızın parçası olduğunu düşünün zira hepimiz aynı özden geldik.
2-) Bizim kadar sadık, dürüst ve insan sevgisi ile dolu olun. Bizi boşverin, biz bunları çoktan aştık, biz kendimize bakarız; siz önce birbirinize karşı dürüst ve sadık olup birbirinizi karşılıksız sevin.
Şimdi sözü annem ve babama bırakıyorum.
Sevgili Lolo, canlarımız bebeklerimiz Yağız ve Bade'yi büyütürken onlara sadakat ve karşılıksız sevginin ne demek olduğunu öğrettiğin için sana minnettarız. Bunu senden daha iyi hiç kimse beceremezdi...
29 Ağustos 2016 Pazartesi
ŞİKE - FETÖ, FENERBAHÇE VE GALATASARAY
Özellikle beni tanımayan ve EDER grubuna yeni katılan dostlarımızı aydınlatmak için bu yazıyı yazıyorum.
Belki de 15 Temmuz olaylarının spora etkileri ortaya çıkmaya başladığı anda dernek başkanı olarak bir deklarasyon yayınlamam gerekirdi ama beni tanıyanlar bilirler, bir süre diğer dostlarımın yorumlarını takip eder ve sular biraz durulduktan sonra kendi fikirlerimi beyan etmeyi daha doğru bulurum.
Öncelikle EDER'in kuruluş hikayesine dikkatinizi çekmek istiyorum. Ben bir Galatasaraylı olarak şike davası sürecinde Fenerbahçe'ye haksızlık yapıldığına inandığımı söyledim. Asla Fenerbahçe şike yapmıştır veya yapmamıştır demedim. Zaten kimin şike yaptığını tespit etmek bizim işimiz değil. Ben tüm kulüp camialarının dost olmaları gerektiğine inanan bir spor adamıyım. Spor, spor sahalarını belirleyen çizgiler içinde icra edilir, benim için rekabet sadece çizgiler arasındadır, dostluk ise çizgiler ötesidir. Sporculuğum boyunca kazanmak için kurallar ve çizgilerin içinde kıyasıya mücadele ettim ama son düdük çaldığı zaman rakiplerimle dost olmayı ilke edindim.
Birçok Galatasaray taraftarı şike davası sürecinde ezeli rakibinin başına gelenlere seyirci kaldı, seslerini yükseltip yapılan haksızlığa tepki koymadı. Rakibinin alacağı derin yaralar sayesinde arayı açıp kolay yakalanmayacak başarılara ulaşmayı hayal ettiler. Ben o dönemde farklı bir tutum sergiledim, Galatasaraylı dostlarımı uyardım, "yarın sıra bize gelir dikkatli olun" dedim. Buna karşılık bir grup beni kendi kulübüme ihanetle suçladı, hatta aileme ve şahsıma ölüm tehditleri bile geldi.
Pekiyi, Fenerbahçe'ye yapılan haksızlık neydi? Bence yargılamanın yapıldığı mahkemeler Türk hukuk sistemine uygun değildi. Aynı Ergenekon, Balyoz ve Casusluk davalarında olduğu gibi... Sonuçta ne oldu? Bu davaların yargılamalarını yapan mahkemeler kapatıldı. Hala hiçbirimiz neyin kesinlikle doğru, neyin kesinlikle yanlış olduğunu bilemiyoruz. Benim sizlerden tek bir farkım ve avantajım var, spor sektörünü dünya çapında yakından tanıyor ve takip ediyorum, bir de avukat eşim sayesinde Türk hukuk sisteminin nasıl işlediğine hakimim.
Bu konuda en önemli açıklamalardan birisi eski başkanımız ve duayen hukuk adamı Prof. Dr. Duygun Yarsuvat tarafından zaten yapılmıştı. Kendisi şike davasının yanlış mahkemelerde görüldüğünü beyan etmişti. Hoş bu beyanatından sonra kendisini istifaya davet eden ve hainlikle suçlayan bilinçsiz kişi ve kurumlar bile oldu, hem de bu kişi ve kurumlar Galatasaray kimliği taşıyorlardı.
Bir de bugün yaşananlara göz atalım. Tarikatların spora bulaştıklarını 20 yıla yakın bir süredir zaten hepimiz biliyoruz. Maalesef bu tarikatların sempatizanı olan birçok elit sporcu var. Bunlar Fenerbahçe kulübü içinde de vardı ama bir dönem Galatasaray kulübü içinde çoğunluktaydılar. Ben o dönemlerde bile bu tiplerin kulüpten gönderilmeleri için birçok kez girişimlerde bulunulduğunu gayet net biliyorum.
Şimdi bugünlerde bazı Fenerbahçeli dostlar 3 Temmuz sürecinde Galatasaraylı dostlarının düştükleri aynı hataya düşüyorlar. Galatasaray camiasını FETÖ ile bağdaştırmak tarihi bir hata ve haksızlıktır. Ben bunu geçmişte ezeli rakibimin uğradığı haksızlığa sesini yükseltmiş, hatta binlerce insanın takip ettiği bir STK'nın kurucu olarak söyleme hakkını gönül rahatlığıyla kendimde buluyorum.
Kişilerin yaptığı hatalar camiaları bağlamamalıdır. Her camiada aklı selim insanlar olduğu gibi hata yapanlar da vardır. Bazen bu hataları en genç sempatizanlar yaparken bazen de çok üst düzey yöneticiler yapabilirler. Kimi zaman insanlar haksız çıkar peşine düşerler, kimi zaman ise saf ve temiz duygularla gönül verdikleri renkleri korurlar.
Şike nedir, nasıl olur? Bunu daha önce anlatmıştım, yine kısaca tekrar etmeye çalışayım. İki kulübün yöneticileri, çalıştırıcıları ve sporcuları karşılıklı olarak anlaşıp müsabakayı istedikleri sonuçla bitirirlerse bu organize bir şikedir. En fenası ve iki kulübün de ağır bir şekilde cezalandırılması gereken tür budur. Ben böylesine bile şahit oldum. İkinci en ağır şike hakem üzerinden yapılandır. Üçüncüsü çalıştırıcının bilerek ve isteyerek bir çıkar karşılığı takımı sabote etmesidir. Dördüncüsü bazı sporcuların planlı olarak karşılaşmanın sonucuna etki etmeleridir. En safiyane ve karşılıksız olanı ise küme düşmek üzere olan takımda oynayan arkadaşlarınıza karşı elinizin ayağınızın oynamaya gitmemesidir.
Hangi çeşidi olursa olsun şike şikedir ve ahlaklı bir davranış değildir. Hele hele sportmenliğe hiç sığmaz. Bir de günümüz spor sektöründe dönen paraları, bahis oyunlarını ve diğer etkenleri düşünecek olursanız düpedüz hakkın, hukukun ve maddiyatın istismardır.
Şike hakkında tüm bildiklerimi "Ölümüne Şike" isimli kitabımda kaleme aldım. 2017 başında İnkilap Kitabevi yayınlayacak. Merak edenler okuyabilirler.
Sonuç olarak camialar dosttur ve dost kalmak zorundadırlar yoksa spor savaşa döner. Her ne seviyede olurlarsa olsunlar kişilerin hatalarını camialara mal etmek doğru değildir. Benim bir sürü Fenerbahçeli ve Galatasaraylı aklı başında dostum var, aynı zamanda gözü dönmüş ve gerçekleri görmek istemeyenler de var. İhtiyacımız olan tek şey çoğunlukta olan iyi insanların azınlıkta olan kötülere karşı sesini yükseltip bir "DUR" diyebilmesidir. Zaten EDER'in kuruluş amacı da budur...
Diyeceğim şudur ki; içlerinde şikeye bulaşan şahıslar olsa bile bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe camiasına "ŞİKECİ" demem, aynı şekilde kendi kulübümde tarikat sempatizanları bulunsa bile kimsenin Galatasaray'a "FETÖCÜ" demesine de tahammül edemem.
Yorumlarınızı yaparken hepinizin kendi kapılarınızın önünü süpürme çabasında olmanızı rica ediyorum. Rakiplere saha dışında saldırarak şampiyon olmak mümkün değildir. Aklımızı başımıza toplayalım, bu ülkede olan her fena olayı aynı odaklara mal etmek bize fayda sağlar mı? Kendimizde hiç mi kusur yoktur? İşimize geldiği zaman başkalarının uğradıkları haksızlıklara bıyık altından sırıtıp, benzeri kendi başımıza geldiği zaman "haksızlık bu" diye avazımız çıktığı kadar bağırırsak samimiyetimize güvenen olur mu?
İlk dediğimi bugün de tekrar ediyorum, "NE HAK ETMEDİĞİM BİR KUPA KALDIRMAK İSTERİM, NE DE HAKKIMIN YENMESİNİ..."
Şimdi toparlanma zamanıdır, önce kendi camialarımızdaki tarikatçıları, şikecileri ve ahlaksızları tarihin tozlu sayfalarına gömelim, sonra da benzer tehlikeler içindeki rakiplerimize yardım eli uzatalım. Çok sevdiğimiz Türk Sporu ancak böyle temizlenebilir.
22 Temmuz 2016 Cuma
ASKER, POLİS, TERÖR, DARBE, ŞİDDET, GASP, TECAVÜZ KORKUSU VE MEMLEKETİMİN HALLERİ...
Orduevi misafir giriş kartım var, arabayı Harbiye orduevine park etmek benim için en pratik yöntem, bizim ofisin tam karşısı; Afilli yeni Thy Taksim ofisine de 2 dakika yürüyüş mesafesinde. Orduevinin girişinde askeri barikatın önünde bir de polis barikatı var. Ne işe yarıyorlarsa? Polis barikatı alüminyum körük, askeri barikat da 1 metre yükseklikte tekerlekli demir. Yani tanka, TOMA'ya falan gerek yok; benim Alfa ile bir dürtsen içeridesin. Neyse, girişte asker arabayı egzost borusunun içine kadar arıyor, hatta kaputu açıp motora bile bakıyor. Asker motora bakarken gergin havayı dağıtmak istedim. "Nasıl motor temiz değil mi?" diye seslendim. 2004 Mayıs doğumlu Alfama gözümün içi gibi bakarım, servisten daha yeni çıktı, motor temizlendi, boya koruma yapıldı, cillop gibi oldu. Gurur duyuyorum benim antikayla ya, benzer bir tepki de askerden bekliyorum... Avucumu yaladım, çocuğun suratı mahkeme duvarı gibi. Aynı anda başka bir asker kimliğimi kontrol ediyordu, ona da "nasıl bugün darbe felan planlayan var mı?" diye sormak geçti içimden ama yutkunup kendimi tuttum. Herkes gerginken gerzek mizah anlayışımın başımı belaya sokmasından tırstım. Giriş kapısının tam karşısında ise bir polis arabası içeriye kimin girip çıktığının çetelesini tutuyordu. Yanlışlıkla o sırada 2 albay gelip benimle beraber içeriye girmeye kalkışsa halim nice olurdu bilemiyorum, her an çeteden, örgütten içeriye alınabiliriz diye arkadaşlarla bile toplanmaya çekinir olduk. Arama bitti, uzman çavuşun şüpheli bakışları altında içeriye girdim ama sağ ön koltukta duran sırt çantama kimse bakmadı. Rahat 15 kg C4 veya 6 tane Uzi sığar içine.
Arabayı park edip orduevinden çıktım, hava mis, sabah saat 6 buçuk, bugün neşem yerine gelecek tansiyonum düşecek gibi hissediyordum. Sporculuk yıllarımın o sokakta geçtiğini hatırladım. Radyo evi ile orduevinin arasından yürüyerek Spor Sergi'ye giderdik. Fenerbahçe ile oynadığımız maçlarda bilet kuyruğu Radyo evinin önüne kadar uzardı. Tam o noktada nöbet tutan çelik yelekli polisler gözüme çarptı. Bana ve karşı kaldırıma pis pis bakıyorlardı. "Günaydın" demeyi düşündüm ama yine tırstım. Benden başka kime böyle sert bakıyor diye kafamı karşı kaldırıma çevirince eli tetikte bekleyen siyah bereli asker ile göz göze geldim. "Ana, şimdi bunlardan birisi hapşırsa postu bok yoluna deldirebilirim" diye düşünüp adımlarımı sıklaştırıp kendimi caddeye attım.
Yol kenarındaki canım restoranları nargileci - sabahçı kahvelerine çevirdiler. Arap müşterilerden medet umuyorlar. Kafa masada akşamdan kalma 6-7 kişilik bir yerli vatandaş grubu oturuyordu. "Yerli vatandaş" diyorum çünkü hepimizin bildiği gibi bir süredir vatandaşlar artık "yerli" ve "yabancı" olmak üzere kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar. Birisi homurdandı, "şu karşı kaldırımdaki minibüs 1 saattir orada duruyor, içinde bomba falan olmasın"... Ba, ba, ba, yerli vatandaşımdaki takipçilik ve paranoyaya bak...
Tam o anda bir taksi durdu, erkek yerli vatandaş kadın yabancı vatandaşı hafif itekleyerek arabadan aşağıya indirdi, kadın şaşkın ama üst baştan belli ki dün gece hızlı yaşanmış ve olay bitmiş; doğal olarak abi hanımefendiden yakayı sıyırmaya kararlı. Durumu gören başka bir araba yola terk edilen kadının yanına yanaştı, fırsattan istifade arabaya davet etti. Öyle ya biri de bir, bini de bir değil mi? Üstelik kadın yabancı vatandaş, yani ne yapsan mübah; ister sev, ister sigortasız çalıştır. Kadına travma üzerine travma… O da benim gibi adımlarını sıklaştırarak kirişi kırdı. Hilton’un önünde bekleyen taksici ile göz göze geldik. “Durak taksisi bu, zarar gelmez” diye geçirdim içimden ama şoförün bakışlarından şöyle bir şey okunuyordu, “acaba bu yarma bana bir şey yapar mı?” Aynı anda kaldırımı süpüren çöpçü ile kesişmeye başladık. Sanki her an süpürgenin sapını kafama geçirecek gibiydi, öyle bir şeye yeltenirse sopayı havada nasıl tutup tekmeyi bacak arasına nasıl yapıştıracağımı planladım. Karşıdan elinde tespihle, sarıklı, cübbeli, sakallı bir amca geliyordu, “bre zındıklar hepiniz yakında yola geleceksiniz, buralar artık bizim” der gibi etrafa bakıyordu.
Sokak her zamankinden daha sakin ama sanki daha tehlikeliydi, kendimi Thy ofisinden içeriye dar attım, nabzım yükselmişti. Yeni afilli Thy Taksim ofisi uzay merkezi gibi, 3 ay sonra yapacağın uçuşun bagajını bugünden buraya bırakıyorsun, 3 ay sonra Papua Yeni Gine’ye indiğinde şak diye valizini eline veriyorlar. O derece yani… Ha bu arada sen o valizin içine 3 ay öncesinden koyduğun eşyalarını kullanamıyorsun ama olsun, bu hizmet ne halta yarıyorsa artık bilemiyorum… Sakın “havalimanına toplu taşıma ile valiz taşımadan gidebilirsin” falan demeyin, o zaman ben de size “sadece Taksim ofisinden verilen bu hizmet için valizimi Taksim’e nasıl getireceğim” diye sorarım. Elemanlar yeni gelmiş, ofis yeni açılmıştı; içeride bir tek ben olduğum için sıra numarası falan almadım. Tek açık bankoya kafadan daldım. Kapıda durması gereken güvenlik görevlisi içeride müşteri bekleme koltuklarında bacak bacak üzerine atmış oturuyordu, çok havalıydı, beni pek iplemedi. Belli ki polisin ve askerin itibarının yerle bir olduğu günlerde kendisine güveni tavan yapmıştı. Kendimi “acaba güvenlikçilerin de fetüsçü olanı var mıdır?” diye düşünmekten alamadım. Öyle ya bunlar da toplanıp darbeye falan kalkışırlarsa halimiz nice olur düşünsenize. Bırakın köprüleri, havalimanlarını falan; AVM lere adım atamadığımız gün asıl darbe gerçekleşir. İstinyepark, Kanyon, Akasya’da felan çok mühim alışveriş işleriniz var ve kapıdaki dedektörün dibindeki güvenlik görevlisi “yasak kardeşim, darbe oldu evinize dönün yoksa pantolon kemerinizi bile çıkarttırıp makatınıza kadar arama yaparım” diye sizi tehdit ediyor. Arkasında da çalışır durumda Taski marka turuncu temizlik arabalarının üzerindeki sürücüler pis pis size bakıyor. ISS temizlik personeli elde süpürge, faraş, tepsi toplama arabası, çöp torbası ne mühimmat varsa tam teçhizat teyakkuzdalar. Aslında fena olmaz be, hem memleketi temiz tutarlar hem de her yer güvenli olur...
Bankoda görevli Arap ırkından yabancı vatandaşın bozuk İngilizcesiyle “kut morrrning” demesiyle hayallerimden uyanıp; “la havle günaydın vela kuvvete illa billahil aliyyyil aziym” cevabını verip lafa “koltuk seçimi yaptırmak istiyorum” diye devam ettim. Adam suratıma bön bön baktı, güvenlik görevlisi pişkin pişkin sırıtarak oturduğu yerden lafa giriverip, “abi İngilizce bilmiyor musun?” dedi... O an beynimde şimşekler çaktı, “ulan hıyar benim bildiğim İngilice ile alayınızı uzay mekiğine bindirip aya götürüp getiririm” demek geçti içimden ama kendimi tuttum. “Yok bilmiyorum kardeşim sen biliyor musun?” diye sordum. Güvenlik görevlisi tufaya gelmek üzere olduğunu anlayıp çattığı beladan kurtulmak için toparlanıp yerinden kalkıp uzadı. Yaşasın!!! Bu sefer darbeyi ben yapmıştım. Bankonun önünde, tepesinde kırmızı ışık yanan bir cihaz gözüme çarptı, üzerinde şöyle yazıyordu, “müşteri memnuniyeti için tüm görüşmeleriniz kayıt altına alınmaktadır”. Cihaza doğru hafifçe eğilip yüksek sesle “Türkiye’de Türk Havayolları’ndan bilet almak için İngilizce bilmek mi gerekiyor? Kendi memleketimde kendi havayolumdan kendi dilimi konuşarak bilet alamayacak mıyım ulen?” dedim. Serzenişimi duyan başka bir eleman hemen bankodaki mesai arkadaşına yardım etmek için yanına geldi. Gülümseyerek bana “maraba” dedi. Yine oldukça esmer başka bir yabancı vatandaş ile karşı karşıyaydım. Adam bankodaki arkadaşı ile aramızda Arapça – Türkçe mütercim tercümanlık yapmaya başladı. “Nasil yardimci olabileymggg?”…Thy deki işlerinden çıkartılan binlerce sülün gibi yerli vatandaş gencimiz gözümün önünden geçti. Hey gidi, ne günlerdi be…
Uzatmayayım, tercüman aracılığıyla yer seçimimi tamamladıktan sonra yine sokaktaki ve kafamdaki, hayali ve gerçek silahların, darbecilerin, irticaların, tecavüzcülerin, teröristlerin arasından geçip orduevine girdim. Eskiden her felakette sığınak olan ama günümüzdeki bu en tehlikeli yerde biraz nefes almaya karar verdim. 12.17 TL ödeyerek kendime mükellef bir kahvaltı sofrası kurdum. RAKAMLAR ÇOK KRİTİK, kaymak porsiyon 1.38 TL, 3 adet zeytin 0.47 TL, domates dilim 0.28 TL, hellim ızgara 1.13 TL... Kim bu rakamları nasıl hesaplıyorsa NASA mühendisleri yanlarında halt etmiş…
Canım dünya güzeli memleketimde artık ben dahil herkes birbirine şüpheyle bakıyor. İstediğiniz buysa başardınız. Başarılarınızın devamını dilerim, habire arkasına sığınmaya çalıştığınız Allah sizi bildiği gibi yapsın.
Memleketi terk etmekten bahsediyor bazı arkadaşlar, memleketi terk etsek ne olacak? Kafamıza kazıdıkları paranoyalar bizimle birlikte geldiği sürece her yer aynı…
Meğerse gelmiş geçmiş en doğru özlü sözü Orhan baba söylemiş, “BATSIN BU DÜNYA”…
12 Ekim 2015 Pazartesi
ŞİKE DAVASI VE ÜLKEMİZİN GERÇEKLERİ...
Benim için en önemli kazanım şike davası sayesinde EDER'in kurulmuş olmasıdır. Bir avuç aklı başında adam kocaman bir STK yarattık. Şike davası olmasaydı EDER de olmazdı.
Gelelim sportif ve politik düşüncelerime. Aslında bugünü en başından beri sabırsızlıkla bekliyordum. İlk gün söylediklerimin en son söylenmesi gerekenler olduğunu biliyordum ama bir gün söylemlerimin doğrulanacağından da emindim.
Benim için en önemli konu çocuklarımın bir hukuk devletinde büyümeleridir. ABD'nin süper güç olmasının tek nedeni sokaktaki vatandaşlarının hukuki hakları olmasıdır. Evet, onlar da her türlü rezalete bulaşabiliyorlar ama her birey, mükemmele yakın işleyen hukuk sistemi sayesinde haklarını koruyabiliyor.
Kendi ilgimin yanı sıra, şike davasına hakim olmamın en önemli nedeni sevgili eşim Taciser Ülkü Levent 'in hukukçu olması ve Ergenekon davasında savunma avukatı olarak görev yapmasıdır. Ülkemizde sade sporsever olarak ve sadece medya organlarını takip ederek gerçek bilgilere ulaşabilmek imkansızdır. Ne yazık ki herkes her şeyi istediği gibi çarpıtıp kendine yontmayı alışkanlık haline getirmiştir.
Şike davasının benim için Ergenekon'dan, Balyoz'dan, Poyrazköy'den hiçbir farkı yoktur. Tamamı düzmecedir ve yargılamaların tamamı yanlış mahkemelerde yapılmıştır. Bu benim şahsi düşüncem değil, hukuki bir gerçektir... Galatasaray Başkanı Prof. Dr. Duygun Yarsuvat ağabeyim de aynen bunu söylemişti. Eğer hakkı, hukuku, yasaları kendi lehimize çarpıtırsak; bir gün bir hasmımız karşımıza çıkar ve o da hakkı, hukuku, yasaları aynen kendi lehine çarpıtabilir. Hak, hukuk, yasa, bir ve doğru olmalıdır, çarpıtılamamalıdır. Aksi taktirde bugün işinize gelen şey yarın başınızı yakabilir. Her şeyden önce, hakkımız neyse ona razı olmayı öğrenmemiz lazım...
Zamanında hakkı, hukuku çarpıtanlar bugün memlekete giremiyorlar... Gülme komşuna gelir başına misali. Ben bir Galatasaray'lı olarak bu haksızlığa ses çıkartmayıp bıyık altından gülerek ezeli rakibimin okkanın altına gitmesine seyirci kalsaydım vicdanen rahat edemezdim. Zaten sıradaki kurban da diğer ezeli rakibimdi, sonra da sıra benim kulübüme ve diğerlerine gelecekti...
Bu operasyondaki asıl hedef Türk Sporuna hakim olup kitlelerin algı yönetimini manipüle etmektir. Bu planı ilk günden görüp tedbir almak gerekiyordu. Tehlike bağıra bağıra geliyorum diyordu ama tipik Türk Halkı davranışı olarak yumurta kapıya dayanmadan kimse bir şey yapmadı. Belki de kimse benim öngördüklerime ihtimal veremedi. Olayın esası anlaşıldığında iş işten çoktan geçmişti. Artık "bu hukuksuzluktur, haksızlıktır, usulsüzlüktür" savunması yapmanın bir faydası kalmamıştı. Gelinen noktada Fenerbahçe kurmayları akıllıca davrandılar. Haktan, hukuktan fazla dem vurmadılar, sadece "biz şike yapmadık" dediler. Tüm Fenerbahçe taraftarları bu söylemin etrafında kenetlendiler. Çünkü fanatizmin sınırlarını zorlayan kitlelere hak, hukuk anlatmaktansa kendi taraftarı oldukları kulübü körü körüne savunmaya davet etmek çok daha basit bir yöntemdi.
Sonuçta her şeyin eğrisi doğrusuna denk geldi ama bu olanları doğru analiz edemeyip, gerçekleri göremezsek, bir dahaki sefere bu kadar şanslı olamayabiliriz. Dersimizi alıp ona göre davranmak zorundayız. Son 5 yılda ülkemde yaşananlar bana büyük ders oldu. Ben müdahil olmadığım konularda yorum ve eleştiri yapmayı pek sevmem. Hükümeti eleştirip seçim günü oy kullanacağına tatile gidenlerden, dernek yönetimini eleştirip tek bir toplantıya bile katılmayanlardan, apartman aidatları yüksek diye avaz avaz bağırıp yönetici olmaktan fellik fellik kaçanlardan değilim. Beğenmediğim bir şey varsa, eleştireceğime gidip kendim düzeltmeyi tercih ederim. Yani elimi taşın altına koymaktan çekinmem. Aynen EDER'i kurarken yaptığım gibi...
Ben bir sporsever ve tüm hayatını spora adamış, geçimini spordan kazanan bir birey olarak bu ülkenin spor politikalarından ciddi anlamda şikayetçiyim. Sızlanmak veya hiçbir şey yapmadan eleştirmek bana göre olmadığı için spor politikaları geliştirmeye karar verdim. Geçen hafta bir siyasi partiye üye oldum. Şimdi hemen soracaksınız "başkan hangi partiye üye oldun" diye. Aslında hangi partiye üye olduğumun değil, neler hedeflediğimin önemi var.
Misak-ı Milli sınırlarını koruyarak, Atatürk ilkelerinin ışığında yürüyerek, hukukun her şeyden üstün olduğu, her bireyin diğerlerinin özgürlük alanlarına tecavüz etmeden özgürce yaşayabileceği, din, dil, ırk ayırımı yapılmayan, demokratik bir cumhuriyette Türk Sporunu daha ileriye taşıyacak politikalar üretmeyi ve uygulamayı hedefliyorum. Hiçbir ilkemden taviz vermeye veya yolumdan dönmeye de niyetim yok. Gerekirse bağımsız aday olurum ailemden 3-5 oy alırım ama bir sporsever olarak sesimi duyururum. Belki de hep birlikte EDER Partisi'ni kurarız :)
Dikkatinizi çekerim, ilk günden itibaren hiçbir zaman şike yapıldı mı, yapılmadı mı tartışmasına girmedim, girmeyeceğim... Ana hedefe giderken tali yollarda kaybolmak büyük resmi görememektir. O yüzden hepinizden özellikle rica ediyorum, bu mesele bir kulübün şike yapıp yapmadığıyla alakalı değildir. Ama biliyorum ki beni illa zorlayacaksınız "başkan ne biliyorsan anlat" diyeceksiniz. Bildiğim tek gerçek tarihinde şike yapmamış kulüp bulunmadığıdır. Bazen çıkarlar uğruna, bazen de hatır gönül için yapıldı şikeler. Bazıları cezalandırıldı, bazıları görmezden gelindi. Önemli olan bundan sonra tertemiz bir Türk Sporu yaratabilmektir.
Tüm bu süreçte olayı en iyi özetleyen söz şuydu "ne şikesi yahu memleket elden gidiyor"... Hepinize sesleniyorum, bırakın didişmeyi, mücadele sahada yapılır. Son düdük çaldıktan sonra hepimiz kardeşiz, bunu asla unutmayın. EDER demek çizgiler arası rekabet ve çizgi ötesi dostluk demektir. Gelin siz de elinizi taşın altına koyun. Nasıl mı? Çok basit... Maçlarda küfür etmeyin, sahaya bir şey atmayın, rakiplerinize saygı gösterin, onları sahada yenmek için her türlü meşru mücadeleyi verin ama saha dışında da kardeş olduğunuzu asla unutmayın. Daha fazlasını mı yapmak istiyorsunuz? EDER'i büyütmek için bu gruba yeni dostlar kazandırın, toplantılara gelin, derneğe üye olup çocuklarımıza daha güzel bir ülke miras bırakmak için çalışın...
Hepinize kucak dolusu sevgiler...