6 Ekim 2010 Çarşamba

SPOR SERGİ'DE OYNAMAK

Spor Sergi deyince hala tüylerim diken diken oluyor... O muhteşem seyircinin önünde oynamak Dünya’nın en güzel duygusuydu...

Ağustos ayında bile ısı 6-7 dereceyi geçmez, çok seyircili maçlarda nefes ve sigara dumanıyla ısınırdı. Tavandaki delikten içeriye kar yağdığı günleri bilirim, atılan sert pası tutmaya çalıştığınızda soğuktan donmuş ellerimizin kristal bir bardak gibi kırılıp parçalanacağını zannederdik. Paul Dawkins’in yün eldiven ile antrenman yaptığı ve buna rağmen attığı her şutu soktuğunu görmek sanırım az kişiye nasip olmuştur.

Sosyete tribünü önündeki potanın 3.00 m., score board tarafındaki potanın 3.15 m. yükseklikte olduğunu düşünürsek, score board tarafına smaç yapmak uzaya gitmek gibi bir şeydi.

Deplasman takımlarının kabusu oldu her zaman Spor Sergi, çünkü nerede çukur var, nerede dribbling yapılır, nerede yapılmaz, topu nereye vurduğun zaman nereye seker sadece İstanbul takımlarının oyuncuları bilirdi. Boş turnikeye giden oyuncuların yaptığı son dribblingde topun yere çakılı kalıp zıplamadığı olmuştur, hatta bir milli maçta Romen oyuncu Ermuraki score board tarafına Allah’la baş başa boş turnike atarken çukura basıp düşmüştü, Lütfi Arıboğan da avazı çıktığı kadar bağırmıştı adamın arkasından, “Herife ateş ettilerrrrr”... Milli maçın ortasında neredeyse gülmekten KISA ŞORT’umuzu ıslatacaktık. Bir maçta yere düştüğümde parkelerin arasından kafası görünen çivilerden birisi KISA ŞORT’umu yırtmıştı...

Dünya’da tek örneği olan score board 20 dakikadan geri sayacağına, 00.00 dan başlayıp ileriye sayar ve 20.00 olunca devre biterdi.

Bütün günümüz salonda geçerdi, hepimiz birbirimizi ilk defa orada gördük, dostluklarımızın temeli orada atıldı. İlk maçımı 1976 senesinde Taçspor forması altında BJK minik takımı karşısında oynadım. Hatırladıkça hala heyecandan dizlerim titriyor. Maçın hakemleri Sabahattin Merdan ve Melih Erdem iki takımın oyuncularını da futbol sahasına çıkar gibi tek sıra dizmişler ve hep beraber yürüyerek sahaya çıkmıştık. Tribünlerde iğne atsan yere düşmüyordu, çünkü bizden sonra BJK A Takımı Avrupa kupası maçı oynayacaktı.

89 senesinde ağır bir trafik kazası geçirdikten sonra canım kadar çok sevdiğim basketbolu bırakmak zorunda kaldım, aslında doktorlar bir daha oynayamazsın dediği için inadımdan iki sene daha oynadım. 90 lı yılların sonlarında bir kulüp kurdum ve başkanlığını yapmaya başladım, ciddi çalışmalarım kısa sürede sonuç verdi, GS, FB, BJK gibi takımları yenen Efes’e bile kafa tutan bir yıldız takım yetiştirdim. Kulübün her işiyle kendim ilgileniyordum. O zamanlar sicil lisans servisi İnönü Stadı’nın altındaydı. Oyuncularıma lisans çıkartmak için farelerin cirit attığı İnönü Stadı’nın karanlık ve izbe koridorlarında yürürken garip bir güç tarafından yüreğimin çekildiğini hissettim.

Kapısı aralık karanlık bir odanın içinde parıldayan çok tanıdık bir şeyler vardı. Tedirginliğimi atıp kapıyı açtım ve içeriye kafamı uzattım, hala tam olarak ne olduğunu anlayamamıştım ama yerde bir tahta yığını duruyordu, ben bu tahtaları çok iyi tanıyordum ama bir türlü çıkartamıyordum.

Arkamdan yaklaşan ayak sesleri ile irkildim, gelen Nazif’ti, zamanın sicil lisans şefi...

     - Nazif bunlar ne?

diye sordum. Gelen cevap gözlerimin dolmasına sebep oldu...

     - Spor Sergi’nin parkeleri...

Bir sessizlik anından sonra kendimi toparlayıp tekrar sordum.

     - Ne yapacaksınız bunları?

Gelen cevap bir kere daha kanımı dondurdu.

     - Sobada yakıyoruz.

Yanan Spor Sergi’nin parkeleri değil hepimizin geçmişiydi aslında...

Gidip parkelere dokunduğum zaman kazada dağılan kemiklerimin tekrar yerlerine oturduğunu hissettim, gözlerimi kapatıp o maçları hayal ettim ve tabii ki kaybolan geçmişimizin bir parçasını geri almama kimse engel olamadı.

Evet aşağıda resmini gördüğünüz bu garip tahta parçası hepimizin geçmişinin ve KISA ŞORTLULAR’ın sembolüdür.

HUZURLARINIZDA SPOR SERGİNİN ORİJİNAL PARKESİ...

Ben daha size ne yapayım...

Hepinizi çok seviyorum, çünkü siz beni ben yapan geçmişimsiniz...