28 Mart 2017 Salı

SUÇLU AYAĞA KALK...

Galatasaray camiasının içinde bulunduğu durumdan memnun olan tek bir Galatasaraylı yok.

İnsanoğlunun geleceğini çizebilmesi için elindeki en kuvvetli verilerden birisi de tarih bilgisidir. Geçmişte yapılan hataların sonuçları doğru analiz edilip kalıcı çözümler üretilmediği takdirde, gelecekten mutluluk ve başarı beklemek ahmaklıktır.

Şimdi gelin hep birlikte Galatasaray tarihine bir göz atalım.

1905 yılında liseli gençler tarafından kuruldu, yani bizim gibi koca adamlar değil, bir avuç genç öğrenci bir hayalin peşinden gittiler. Aralarında ülkenin en zengin iş adamları, politikacıları falan yoktu; yaşları küçüktü ama yürekleri büyüktü. Devam ettikleri mektep de öyle sıradan bir okul değildi, Osmanlı sultanı tarafından kurulmuş bir ilim yuvasıydı. O gençler orada önce zihinlerini terbiye ettiler; matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, felsefeyi ve hatta yabancı dilleri öğrendiler. Kafaları o kadar çok çalışmaya başlamıştı ki zihinleri bedenlerine sığmaz oldu. Fiziksel enerjilerini felsefeyle yoğurmaya karar verdiler, amaç en iyisi olmaktı ve liderleri dedi ki,

“Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”

Ali Sami bey her şeyden önce takım olmayı hayal ediyordu ve bunu gerçekleştirebilmek için bir renge, bir sembole, bugünkü lisanla bir marka ve temsil değerine sahip olmak gerektiğini düşünüyordu. İşte, o günlerde “Gayın” ile “Sin” bir daha ayrılmamak üzere iç içe geçip birbirlerine sarıldılar; sarı, ebedi sevgilisi kırmızısına o günlerde kavuştu… Aynen bu felsefeyle doğdu bugün yüreklerimize kazınan renk aşkımız, arma aşkımız… Amaç belliydi; vatanımızda gözü olan düşmana her alanda haddini bildirmek… Onları kendi silahlarıyla vurmak gerekiyordu, bunun da tek bir yolu vardı; tek bilek, tek yürek olup hepsini sahadan silmeliydiler.

Memleket çok zor günler geçiriyordu, o yüzden kimse birbirini yemeyi ve yenmeyi aklına dahi getiremiyordu. Amaç çok açık ve netti, hedef Türk olmayan takımları yenmekti. Kendi kanından kendi canından olan kardeşin ile oynayıp yensen de yenilsen de ne fark ederdi ki?

İşte o zor günler takım olmayı, aynı amaç uğruna can vermeyi çok daha kolay hale getiriyordu. Ali Sami bey ayakkabısından kestiği deri parçası ile meşin yuvarlağa yama yapıyordu. Kimse şampanya içip havyar yemek derdinde değildi, kimsenin daha gösterişli ev veya daha pahalı arabaya ihtiyacı yoktu. Vatan toprağını savunmak, huzur ve barış içinde özgürce yaşamaktı amaçları. Yüzlercesi hayalini bile kuramadı diplomalarının veya yavuklularına kavuşmanın… Güle oynaya gittiler cepheye vatan uğruna can vermeye. Bir gün son sınıfa derse giren tarih öğretmeni dersliğin boş olduğunu görünce hademeyi bulup öğrencilerinin nerede olduğunu sordu, hademe bütün son sınıfların topluca cepheye gittiğini söyleyince gözyaşlarını tutamayarak kürsüye yığıldı ve dudaklarından o tarihi sözler döküldü.

“Ben onlara tarih öğretmeye gelmiştim, meğerse onlar tarih yazmaya gitmişler…”

İşte bu kahramanlık öyküleriyle, bu derin felsefeyle ve bu yüksek ilim anlayışıyla kuruldu şanlı Galatasaray’ımız. Bugün tüm gelişmiş teknolojilere ve sınırsız imkanlara sahip olan koskoca adamların, yani bizlerin, bir araya getiremediği tüm öğeleri yokluk içindeki o bir avuç genç adam sonsuza dek birleştirdi. İlim, felsefe, inanç ve cesaret…

Sonsuz diyorum çünkü birileri arsalarımızı, hatta kulübümüzü bile satabilir ama Galatasaray sevgisi nesilden nesile aktarılacak ölümsüz bir aşktır. Galatasaraylı olmak topun çizgiyi geçmesi ile ilgili değildir, Galatasaray tarihini bilmek, terbiye ve felsefesini idrak etmek demektir.

Pekiyi ne oldu bize de bu hallere düştük? Bu mutsuzluk batağına nasıl saplandık? O günlerden bugünlere kadar değişerek gelen istisnasız her şey içinde en masum kalanı “Gayın” ‘ın “G” ‘ye “Sin” ‘in “S” ‘ye dönüşmesidir. Geriye kalan her şey benim için tam bir hayal kırıklığıdır.

Önce liseyi kaybettik. İlkokul bölümünün kapanması fazla sorun olmamıştı, ortaokul çağına gelen en seçkin öğrenciler çok sıkı bir sınav verdikten sonra liseli olmaya ilk adımlarını atıyorlardı. İlköğretim sistemine geçilip ortaokul da kapandıktan sonra açılan ilköğretim okulu Galatasaray ruhundan çok uzaktı. Kurulan üniversitenin ise kulübe hiçbir katkı sağlamayacağı aşikardı.

Biz ne yaptık? Lise ruhunun Galatasaray Kulübüne katkısının farkında mıydık? Hayır değildik, hatta bazılarımız liselilerden pek haz etmediğimiz için hoşumuza bile gitti bu durum.

Daha sonra globalleşen yerküre ve büyüyen spor ekonomisi başımıza bela oldu. Herkes internet aracılığıyla tüm dünyada neler olup bittiğini öğrenmeye başladı. Spor sektörünün cazibesi hızla arttı ve buna bağlı olarak spor ekonomisi dev boyutlara ulaştı. Bu gelişime ayak uydurabilmemiz için ufkumuzu genişletmemiz gerekiyordu, çok ama çok şanslıydık çünkü kulübümüzün başına vizyoner bir başkan gelmişti. Bazıları kendisini hayalperest, bazılarıysa hesaptan kitaptan uzak olarak nitelendiriyordu ama atladıkları bir gerçek vardı, sadece kulübümüzün tarihi değil, hayatta her şey hayal kurmakla başlardı…

Modern bir stadımız olsa falan diye düşünmeye başladık ve camianın büyük çoğunluğunun bırakın inanmayı hayal bile edemediği UEFA ve Süper Kupa şampiyonluklarını kazandık. Bir o kadar ironiktir ki bu büyük başarılar sonun başlangıcı oldu. Kazanılan kupaları paraya çevirmekten acizdik çünkü bu şampiyonlukları kazanabileceğimize inanmamıştık ve bu başarıları satabilecek bir pazarlama stratejimiz yoktu. Kupanın belgeseli ancak 1 sene sonra çekilebildi ama biz o sezon kendi ülkemizde bile şampiyon olamadık. Sadece yerli rakiplerimize göndermeler yaparak kendimizi tatmin ettik.

Artık çıta çok yükselmişti, daha başarılı olmak için hiç kaybetmemek gerekiyordu. Bizden öncekilerin bıraktığı mirası harcadıkça harcadık, “harcamazsak başarılı olamayız” diye kendimizi kandırmaya başladık. Bu kadar büyük paralar harcanırken birazını da kendimize almakta bir sakınca görmedik. Bal tutan parmak yalar misali; eşi, dostu, akrabayı kulübe yerleştirip büyüyen spor ekonomisinden pay almaya başladık. Hem de tanıdıklarla çalışmanın daha güvenilir olduğunu düşündük. Zamanla işe göre adam değil adama göre iş bulmaya başladık. Sonra gemi azıya alıp kulüp fakirleşirken birileri zengin olmaya başladı. Bununla da yetinmeyip doğru söyleyeni dokuz köyden kovduk.

Kulüpte bir devir kapanıp başka bir devir başlarken körüklenen liseli lisesiz kavgası gündeme damgasını vurdu. Biz ne yaptık? “Bu kulüp artık o lise takımı değildir, biz dünyaya mal olduk” dedik. Yumurtadan çıktık kabuğumuzu beğenmez olduk, hoş kabuk da o eski kabuk değildi ya neyse…

Artık “kafatasçılık” denilen bir kavram oluşmuştu. Liseliler dönem arkadaşlarını toplayıp oy potansiyeli yaratarak kulübü yönetmeye başlamışlardı. Liseli olmayanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak mubahtı. Toplu aidat yatırmalar, seçim için uçak bileti yollamalar, lüks otellerde verilen davetler işin şeklini değiştirmişti. “Hazirunculuk” adı altında yeni bir meslek icat ettik.

Dağın tepesinden aşağıya bırakılmış kartopu gibi yuvarlanmaya başlamıştık. Birilerine yakın olmak her şeyden önemli olmuştu. Dışarıdan dostlarla yakınlaşma gibi görünen bu durum aslında kardeşin kardeşe düşman olmasından başka bir şey değildi. Geçmişte de buna benzer bazı şeyler yaşanmıştı, hatta biz başlatmamıştık, rakip bu polemiğe sebep olmuştu ama eğri oturup doğru konuşalım, biz de bu krizi iyi yönetememiştik. Adam çıkıp “Galatasaray yabancı takımlarla oynarken ben yabancı takımları tutuyorum çünkü Galatasaray’ın yurt dışında para kazanıp gelip o ekonomik avantajı kendi ülkemizde bize karşı kullanmasını ve bize üstünlük sağlamasını istemiyorum” dediği zaman biz ne yaptık? “Zaten biz de sizi tutmuyoruz” dedik. Oysa bizim felsefemiz ve kültürümüz böyle miydi? Kurucumuz, liderimiz Ali Sami beyin öğrettiği gibi bir cevap veremez miydik? “Efendim o sizin şahsi düşüncenizdir, biz Galatasaraylılar sonucu ne olursa olsun yabancı takımlara karşı oynayan Türk takımlarını tutarız” diyemez miydik? O zaman o adam kendi camiasında kahraman mı olurdu yoksa “persona non grata” mı?

Ayyuka çıkan ekonomik sıkıntılar elimizi kolumuzu bağlamaya başlayınca evimizden olup gurbete çıktık. Rakiplerimiz statlarını yerinde modernize ederken biz Seyrantepe’ye sürüldük. İşte o günlerde kulübümüze siyaset ve rant bulaştı. Zaten çok ciddi bir dezavantajımız vardı, gencecik aslan gibi sporcularımızın tekke ve zaviyelere devam etmesine göz yumuyorduk. Bize dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı ile ilkelerimize ters düşmesine rağmen kendi evlatlarımızın sadece topa nasıl vurdukları ile ilgilenir olmuştuk. Aslında biliyorduk sporcu yetiştirmenin sadece adale gücü ve yetenekten geçmediğini ama ulu önderin düsturunu bile hatırlayamayacak kadar yoldan sapmıştık. Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını değil de tarikatçı olanını barındırmaya başladık, hatta böylelerinin takım arkadaşlarını da aynı batağa sürüklemelerine ses çıkartmadık.

Gün geldi memlekette devran döndü, eskiden ilkeler ve ekonomi üzerinden yapılan politika inançlar üzerinden yapılmaya başlandı. Devrin adamı olmayı daha avantajlı bulanların katkılarıyla güçler aynı odakta toplandı. İnanç birliği ile yola çıkıp biri diğerinden daha fazla yetkiye kavuşunca o inanç birliği de çatladı ve sonunda prototip iç savaşlar ülke gündemine oturdu. Dengelerin değişimine göre kah ırklar, kah inançlar üzerinden sistem manipüle edilmeye başlandı. Aslında bu noktada dönüp tarihimize göz ucuyla bir baksak olayı kavrama ihtimalimiz vardı ama biz bunu bile reddettik. Tarihte kurulmuş tüm Türk devletleri içeriden yıkılmıştır, dış düşmanlar ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar bir Türk devletini yıkmayı başaramamışlardır.

Futbol bir savaş mıdır gerçekten? Yoksa birleştirici gücü mü vardır? Bence her iki yüzü de kullanılabilir. Dilerseniz küçük bir manipülasyonla Basklar ile Katalanların tribünlerde birbirini öldürmesini sağlayabilirsiniz ya da tam tersini ispatlayan iki aslan yüreklinin, Metin ile Can’ın formalarını değiştirmesine şahit olursunuz.

Son stratejik ve tarihi hatamız ebedi dostumuzu sadece ezeli rakip olarak görüp şike davası süresince takındığımız tavırdır. Rakibimize yardım eli uzatmaktan imtina ederek kendi bindiğimiz dalı kestik. Herkes hata yapabilir ama hakka, hukuka sığmayan düzen içinde elde edilen kazançlar aslında çok büyük kayıplara neden olurlar. Şike yapanı şike yaptığı için gerektiği gibi cezalandırırsın, kimse gıkını çıkartamaz ama yapılan hatayı bir gün başka bir konuda kendine avantaj sağlamak ve bir camianın kuyruğunu elinde tutmak için kullanırsan işler değişir. Tabi bu analizi yapabilmek için algı yönetimine yenik düşmeyecek bilgi ve birikime sahip olmak gerekir. Biz manipüle edilen basında yazılanları esas aldığımız sürece, gerçek bilgiyi yargılayıp sorgulamadıkça, gözümüzün gördüğünden başka şeylere inandıkça bu düşmanca kısır döngünün içinden çıkamayız.

Şike davasının yanlış mahkemede görüldüğünü bizim başkanımız bile söyledi. Biz ne yaptık? Kendisini istifaya davet ettik. Bakın adam şike yapıldı veya yapılmadı diye tek bir kelime etmedi, bir hukuk profesörü olarak konuştu… Gelinen noktada doğru mahkemede görülen şike davasında yargılanan Fenerbahçe başkanı için savcı beraat istedi. Buyurun şimdi ne cevap vereceğiz? Beraat kararı onandıktan sonra her sarf ettiğiniz “şikeci” kelimesiyle kanunen suçlu duruma düşer misiniz düşmez misiniz?

Bu kadar yazdım ama asıl soruya şimdi geldim. Hakan Şükür ile Arif Erdem’in ihracı sırasında düştüğümüz bataktan çıkmamıza kim yardım edecek? Kimseden yardım isteyecek yüzümüz var mı? Devletten mi? Hükümetten mi? Ebedi dostlardan mı? Elbette kimseden yardım istemeyeceğiz zira “muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.” Ancak düştüğümüz duruma bir bakın Allah aşkına, Tevfik Fikret’in fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür Galatasaray camiasına bir bakın. Genel kurul karar vermekten aciz, yönetim ise kendi ayakları üzerinde durmaktan…

Ya gerçekten bu tarikatçı Hakan Şükür ile Arif Erdem bizim canımıza ve ülke bütünlüğümüze kast ettiyse nasıl bu adamlarla aynı çatı altında durabiliriz? Ya da tam tersini düşünelim, onlar da genç yaşta kandırılıp tarikata sürüklenmiş düz topçularsa ne yapacağız? Belki de bu Hakan Şükür o kadar hin bir adamdır ki herkesi kandırıp şimdi peşine düşenlerin partisinden milletvekili olmayı bile başarmıştır. Hangisinin gerçek olduğunu nereden bileceğiz? Elimizde medyadan takip ettiklerimizden başka ne veriler var? Emin olduğum tek bir konu var, bu ihraçlar siyasi malzeme yapıldı. Bizim yönetimin tamamı ve genel kurul üyelerinin bir bölümü de bu zokayı yuttu. Hükümetin istediğini yapmak ulu önderin gösterdiği yoldan uzaklaşmak anlamına gelirmiş gibi bir algı yaratıldı, sırf bu yüzden sapla samanı ayıramaz hale geldik. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal…

Hala suç kimde diye mi düşünüyorsunuz sevgili dostlarım? Suç bizde, hepimizde, gereken yerlerde gereken müdahaleleri yapamadık, hep bireysel düşündük, oysa “HATT-I MÜDAFAA YOKTUR SATH-I MÜDAFAA VARDIR, O SATIH BÜTÜN VATANDIR…”

Ne yandaşım ne tarikat sempatizanı, ben Galatasaraylıyım…

Evet, beni tanımlamak için tek bir sıfat yeter, ben Galatasaraylı Cihat’ım… Galatasaraylı olmak demek herkesin bildiği Galatasaray ilkelerini düstur edinmek demektir.

Hep soruyoruz ya “eleştirmek kolay, çözüm önerisi olan var mı” diye. Alın size çözüm önerisi :

Özümüze dönelim…

Daha açık ve net ifade edeyim…

“Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”

“Ben onlara tarih öğretmeye gelmiştim, meğerse onlar tarih yazmaya gitmişler.”


“Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.”


“Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.”


Kuruluş felsefemize sadık kalarak, ilmin ışığında, doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, hakkaniyet, cesaret, ve yakın tarihimizdeki tek doğru slogan ile TEK BİLEK TEK YÜREK…

Başkalarından daha iyi olmak için onları aşağıya çekmek değil kendimi daha iyi kılmam gerekir diye düşünüyorum. Ne bileyim, ben düz topçuyum, aklım bu kadarına eriyor, varsa sizin başka çözüm öneriniz can kulağıyla dinlemeye hazırım. Sürç-ü lisan ettiysem affola…