20 Temmuz 2017 Perşembe

CİHAT LEVENT İLK KİTABINI YAYINLADI


Spora gönül vermenin, asla vazgeçmeyerek hayata tutunmanın ilham verici hikâyesi…
Tüm hayatını basketbol sahalarında geçirmekten başka arzusu olmayan bir çocuk bu hayalini gerçeğe dönüştürmek için gece gündüz çalışır. Terini, kanını, hatta tüm benliğini iyi bir basketbolcu olmak ve milli takımda oynamak için ortaya koyar. Sonunda çok çalışmasının karşılığını alır, başarı basamaklarını bin bir zorlukla teker teker tırmanır, genç yaşta hem hayalindeki takıma transfer olur, hem de milli formayı giymeye başlar. Ancak tam her şey yoluna girmiş ve rüya gibi bir yaşam sürerken korkunç bir kaza meydana gelir. Kazada ölen genç adam aynı bedene geri dönerek bir mucize gerçekleştirir.

Milli basketbol oyunculuğundan antrenörlüğe, hakemlikten spor kulübü yöneticiliğine kadar uzanan; iç hesaplaşmalarla zenginleşen bir yaşam öyküsü. Ölüm olayının tüyler ürperten yaşanmış gerçek anlatımı…

1 Temmuz 2017 Cumartesi

GALATASARAY ve BASKETBOLUN ŞİFRELERİ...

Bir spor kulübünün can damarları olan kurumsal yapı, sistem ve uzun vadeli plan gibi olgular zaten rahmetli Özhan ağabey devrinde rafa kaldırılmıştı. İşte o günlerde spor kulübü olmaktan çıkıp finans şirketine dönüştük. Artık dinimiz imanımız para bulmak olmuştu. Kasalar dolusu para bulup topçunun birini alıp ötekini satmaya koyulduk. Gömlek değiştirir gibi teknik direktör değiştirmeye başladık. Etik kodlar, Galatasaray kültürü ve spor ruhundan hızla uzaklaştık.

Özbek yönetiminin seçilmesiyle her şey daha da beter oldu.

Tüm bu olumsuzlukların üst üste gelmesine rağmen hala elimizde çölde pınar misali ender bulunur bir koz vardı. Ergin Ataman sınırlı imkanlara aldırmadan en yüksek başarıları hedefliyordu. Haksızlığa hiç gelemiyordu, hırsı zaman zaman profesyonelliğinin önüne geçiyordu, uzun lafın kısası amatör ruhunu hala kaybetmemişti. Bir de çok koyu Galatasaraylıydı tabi...

Şube sorumlusu ilk iş olarak Ergin'e saldırdı. Eski federasyon tarafından dışlanmış sınıf arkadaşını ne olursa olsun memlekete geri getirmeyi amaçlıyordu. Ergin ilk saldırıyı ustaca savuşturdu ve yıllık ücretinde %40 a varan indirim yaptı. Bu jest karşısında birilerinin dili tutuldu çünkü Ergin'den çok daha varlıklı olmalarına rağmen hiçbir zaman Galatasaray'a bu kadar büyük bir tutarda maddi katkı yapmayı akıllarından bile geçirmemişlerdi. Vuslat başka bahara kaldı, Ergin'i gönderebilmek için iyi bir fırsat kollanmaya başlandı. Hatta başına liseli bir genel menajer atayarak her adımını kontrol etmekten geri kalınmadı. Galatasaray basketbol tarihini inceleyin, Cemal Nalga'dan Lynetta Kizer olayına kadar yüzümüzü kızartan her skandalda işin başında iş bilen liseliler vardır.

Ergin hiç beklenmedik bir başarı elde etti ve Avrupa kupasını kazandı. Birileri buna çok üzüldü çünkü Avrupa şampiyonu olan antrenörü kovmak imkansızdı. Ama kupa ile cemiyette fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmediler. Hatta kendi yüzlerini şampiyonluk fotoğrafına photoshop ile eklettiler. Vuslat yine başka bahara ertelenmişti. İki yıl beklemek zorunda kalan sınıf arkadaşına karşı mahçubiyet tavan yapmıştı artık bu kadarı da kardeşliğe sığmazdı. Daha sağlam bir bahane uydurulması gerekiyordu ve akıllarına dahiyane bir fikir geldi. Bu kaka antrenör kulübü tam 55 milyon zarara uğratmıştı. Öyle ya transferleri yapan parayı harcayan bu adamdı, koskoca kulübün yönetim kurulunun veya şube sorumlusunun hiçbir fonksiyonu yoktu. Bu masala kargalar bile gülerken Ergin şak diye bedava çalışırım dedi ve tabi birilerinin karizmasını yerle bir etti. Düşünsenize dünya kadar paranız var, iyi tahsilli ve yakışıklısınız ama kimse size saygı duymuyor çünkü samimi değilsiniz. Ne kadar zor bir hayat, Allah düşmanımın başına vermesin.

Sıra Ergin ile birlikte Avrupa şampiyonluğunun ikinci mimarı olan kaptana gelmişti. Mumla yerli oyuncu aranan Türk basketbolunun tek adamı ve milli takımın kaptanı Sinan Güler de bu yönetim tarzına iki beden büyük geliyordu. Sinan kulübünden ilgi göremezken beklenen teklif ezeli rakipten geldi. Aynı paraya aynı kalibrede bir yabancı oyuncu bulunabilirdi tabi, yerli oyuncunun takıma kattığı ruh ve mücadele gücü kimsenin umurunda değildi. Burada da işin kolayına kaçıldı, koyu Galatasaraylıların zayıf karnına bastılar yumruğu. "Galatasaray kaptanı ihanet edip bizi para uğruna sattı, rakibe gitti" dediler. Kimse hatırlamadı yönetimin hayati play-off maçından önce "bütçeyi küçülteceğiz, Euroleague hedeflemiyoruz" beyanatlarını. Kendi takımımızı sabote edip finale çıkmasını engellemek istesek ancak bu kadar olurdu yani...

Sonra Sinan'ın arkasından muhtemel yeni kaptan bir Tweet attı. Baktı ki evdeki hesap çarşıya uymadı tükürdüğünü yalayıp kendi mesajını sildi. Sonra tekrar yayınladı ve bir daha sildi. Şimdi bu delikanlı büyük ihtimalle koskoca Galatasaray'ın kaptanı olacak. Bu kulüpte sembol olmak sevdasıyla centilmenlik anlayışını ayaklar altına aldı. İşte yazıyorum buraya, sonu futbolcu Sabri gibi olur. Allah sonumuzu hayretsin, Baba Özerlerden, Nedret ağabeylerden buraya geldi Galatasaray kaptanlığı. Bence en kıdemli yabancı oyuncu kaptan olsun daha iyi...

Şimdi ne mi olacak? Her şeye yeni baştan başlanacak. Yeni antrenörümüz işini çok iyi yapan bir idoldür. Şubeyi ayağa kaldırması için en az 4-5 yıla ihtiyacı var. Sizce bu kadar süre kulüpte kalabilir mi? Bekleyip göreceğiz.


30 Mayıs 2017 Salı

GALATASARAY’I ANLAMAK…

Galatasaray ortak tutkusudur biz Galatasaraylıların… Biz bu renkleri çok severiz ama neden severiz, nasıl severiz?

Çocukluk günlerimizde hep aynı hurafeyi dinlerdik “2000 li yıllar dünyada çok şeyi değiştirecek, milenyum çağı başlayacak” diyorlardı. Ben çocuk aklımla dünyaya uzaylılar falan gelecek zannederdim. Gerçekten 2000 li yıllar hayatımızın dönüm noktası oldu. İnternet geldi, sosyal medya geldi; ülkeler arasındaki mesafeler ortadan kalktı. Lüks tüketim ve doyumsuzluk arttı, herkes kazanan tarafta olmak istedi. Ortadan kalkan sadece insanlar arasındaki mesafeler değildi, kültürler de karma bir yapıya büründü.

Galatasaray da 2000 li yıllardan nasibini aldı. Milenyuma çok gösterişli bir giriş yaptık. Çifte Avrupa kupasıyla tüm dikkatleri üzerimize çektik. Artık Galatasaray; Galatasaray olduğu için sevilmiyordu, çok başarılı olduğu için seviliyordu. Pasta büyümüştü ve herkes kendisine kocaman bir dilim almayı hayal ediyordu. Güçlüden yana olmak milenyumun en revaçta marifetiydi. Galatasaray kazanıyordu, kazandıkça daha çok seviliyordu. Kimse Galatasaray’ın özüyle ilgilenmiyordu, ruhlarımızı bilinçsizce güç, başarı, zenginlik ve popülarite duvarlarının arasına hapsetmiştik. Kendi kendimize eğleniyorduk, çok geçmeden çatımızın kara bulutlarla kaplanıp hayatımızın zindana döneceğinden habersizdik. Arada bazı çatlak sesler gerçeği haykırdılar ama halimizden o kadar memnunduk ki doğru söyleyenler ya 9 köyden kovuldular ya da hain ilan edildiler.

Sonra bize kim olduğumuzu hatırlatabilecek atalarımız birer birer bizi terk ettiler. Metin, Turgay, Nedret, Özer ve Ali’ler göçüp gittiler. Geride kalan orta kuşak ağabeyler ise tam bir hayal kırıklığıydı, onların bizim Galatasaray aşkımızı perçinlemeleri gerekiyordu ama bizi kenara itip “durun bakalım siz daha çocuksunuz, siz anlamazsınız, Galatasaray’ı biz sizden daha çok seviyoruz, neyin daha iyi olduğunu biz biliriz” dediler. Yakın geçmişe kadar insanlar Galatasaray’a değer katarken, Galatasaray o kadar büyüdü ve insanların emelleri o kadar küçüldü ki herkes koca çınardan bir yaprak koparmanın peşine düştü. Keşke kopardıkları yaprakların bindikleri dallarını kesmekle eş değer olduğunu ön görebilselerdi.

İmkanlar o kadar sınırsızdı ki bal tutanların parmak yalaması alışkanlık haline geldi. Sonra kardeşler arası miras kavgası başladı, statükocular pastadan en büyük dilimi alıp diğerlerine küçük sus payları vermeyi adet edindiler. Baktılar ki işler tıkırında gemi azıya alıp “artık hepsi bizim” dediler, kendilerini herkesten üstün zannettiler. Oysa asıl gücü diğer kardeşlerinden aldıklarının farkında değillerdi. Her geçen gün bütün olarak zayıflamamıza neden oldular.

Organizmanın iç yüzü gibi dış yüzü de süratle değişiyordu, Galatasaray’a gönül verenlerin hali, tavrı terse dönmüştü. Alp Aslan da biz terk edince işler çığırından çıkmaya başladı. Kimin ne dediği, kimin neyin peşinde olduğu belli değildi. Ekonomik, kültürel ve politik manipülasyon aldı başını yürüdü.

Galatasaray’ı anlamak için Galatasaray’ı yaşamak ve hissetmek gerekir, topun çizgiyi geçmesinin Galatasaray’ı anlamakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Galatasaray’ı anlamak için tarihini, amacını bilmek ve mümkünse atalarını dinlemek gerekir. Elimizde bir Yalçın kaldı, o da ne kadar burada olacak bilinmez; imkanınız varsa gidin yanına, kalan zamanını paylaşmayı deneyin.

Galatasaray bir bütünün parçasıdır, ebedi dostları ve ezeli rakipleri vardır. Galatasaray büyüktür, Galatasaray bir kültür beşiğidir, Galatasaray bu memleketin parlayan yıldızlarındandır…

Birileri artık bizi istemiyor, birileri de geçici bir süre için ayakta kalabilmek uğruna düzene boyun eğiyor. Biz değil miydik eskiden kuralları koyan, kendi bildiğimiz yolda yürüyen? Neden bir adım geri çekilip büyük resmi görmeye çalışmıyoruz?

Galatasaray’ı Galatasaray olmaktan çıkartmaya çabalayanları alt etmenin tek yolu vardır o da özümüze dönüp kültürümüze sahip çıkmaktır. Biz top oynayan, ağaca tırmanan çocuklar; kendi çocuklarımıza da bu kültürü miras bırakmak istiyorsak asla vazgeçmemeliyiz. Katarlı’nın, Rus’un dünya şampiyonu Galatasaray’ını alkışlayacağıma ben kendi Galatasaray’ımı mahalli kümede seyretmeye razıyım.

Ağabeydir, abladır, kardeştir, biz birbirimizi affederiz ama tarih bizi affeder mi bilemiyorum…

12 Mayıs 2017 Cuma

GALATASARAYLI AĞABEYLERİME SESLENİYORUM...

Artık biz de büyüdük... Bizi, size körü körüne inanan yönlendirebileceğiniz küçük çocuklar olarak görmekten vazgeçin. Bugüne kadar neler yaptığınızı, neler dediğinizi son derece iyi biliyoruz, zihinlerimiz sizden daha dinç bu yüzden her aksiyonunuzu son derece net hatırlıyoruz.

Sizinle fikir ayrılığına düşmüş olabiliriz ama size hala saygımız var. Eğer bu saygıyı korumak istiyorsanız, bizlere örnek olmaktan sıkılmadıysanız lütfen siz de biraz bize kulak verin.

Biz hiçbir manevi tatmin veya popülarite peşinde değiliz lütfen siz de olmayınız. Bize siz öğrettiniz, önemli olan insanın karakteri, duruşu ve hayat görüşüdür.

Biz özellikle bu zor günlerde sizlerin duruşlarınızı çok dikkatle takip ediyoruz, acaba bize öğrettiğiniz gibi tüm bu olumsuzluklara karşı kendinizden ödün vermeden dimdik durabilecek misiniz diye çok merak ediyoruz. Eğer bu günlerde politik davranıp rüzgara göre pozisyon alırsanız lütfen bir daha sizlere saygı göstermemizi beklemeyiniz.

Biz yuvamızı yani Galatasarayımızı hep etik değerleri olan bir demokrasi beşiği olarak gördük. Kendimize güvenimiz tam, doğru yolda olduğumuzu biliyoruz ve demokratik haklarımızı kullanıyoruz. Artık rakiplerimizin bizimle statükocu, çıkarcı, kafatasçı, liseci, saray yalakası diye alay etmelerinden bıktık. Layık olduğumuz gibi etik değerlerimizle ve şampiyonluklarımızla anıldığımız günlere dönmeyi ve daha büyük başarılara imza atmayı hedefliyoruz.

Hayat çok kısa hepimizin bedeni bir gün sarı kırmızılı bayrağa sarılacak. Yüce Tanrı'dan; bizim sizleri, küçüklerimiz ise bizleri gururla anacakları; nice şanlı yüzlerce yıl boyunca bayrağımızın dalgalanacağı bir gelecek diliyorum.

Sizden tek bir istirhamım var lütfen basının karşısına çıkıp veya divanda söz alıp bizleri ve demokratik haklarımızı kullanmamızı eleştirmeyiniz. Bu devrim dalga dalga büyüyecek ve önünde durmak isteyenler sel sularına kapılıp gidecek. Bizler sizleri çok seviyor ve sayıyoruz, sizin boğulmanızı asla istemiyoruz. O yüzden lütfen yolumuzun önünde durmaktan vazgeçip kenara çekiliniz.

Biz kim miyiz? Bir avuç Galatasaray aşığıyız...

5 Nisan 2017 Çarşamba

ŞAMPİYON GİT ŞAMPİYON GEL...

Bir takımın şampiyon olabilmesi için sporcularının birbirlerine ve antrenörlerine güvenmesi gerekir. Eğer bir de antrenör takımına inanıyorsa tadından yenmez. Sırtını sıvazlar "sen yaparsın aslanım" der. Bu tek bir cümle o güne kadar hiç beceremediğiniz bir şeyi tereyağından kıl çeker gibi yapmanızı sağlar. Bknz Şekil 1A 1986 basketbol finalinde 15 numaralı Galatasaray formasını giyen tıfıl çocuk.

Galatasaray forması ile 1986 da şampiyon olduk; 1987 de çok daha güçlü, pahalı ve derin bir kadro kurduk ama kupayı göstere göstere daha önce hiç kazanamamış bir takıma hediye ettik. Antrenör değişikliği makine düzeninde işleyen takımdaki bütün dengeleri alt üst etmişti.

Ülkeye ilk basketbol Avrupa şampiyonluğunu kazandıran ekolden yetişti Ergin Ataman. Zeki ve hırslıydı, hızla yükseldi ama sistem onu kısıtlıyordu. Avrupa'ya gitti, her başarılı spor adamı gibi çalışkan ve duygusaldı, yüreğindeki memleket sevgisi hep ağır bastı. Çok geçmeden olgunlaşmış bir usta olarak yurda geri döndü. Maalesef burada aynı sorunlar kendisini beklemeye devam ediyordu. Sadece mektep takımında biraz basketbol oynamış, onu da pek becerememiş adamlar ustaya işini öğretmeye kalkıştılar. Olay tam bir kişilik çatışmasına dönüştü, takımın faydası, kutsal değerler falan hiçe sayıldı ama olgunlaşma dönemine girmiş olan usta krizi doğru yönetti ve ücretinde dudak uçuklatan bir indirim yaptı. Bu hamlesi kendisini kapı dışarı etmek isteyenlerin elini kolunu bağladı çünkü o paraya bu kalibrede bir coach bulmak imkansızdı. Kendisinden 5 misli fazla para alan rakip antrenörün Galatasaray'dan 3 kat daha pahalı takımına sahayı dar etti. Basketbol tarihimizin en heyecanlı ve zevkli zaferlerinden birisinin mimarı oldu. Bununla da yetinmedi gitti Avrupa şampiyonluğunu kazandı iyi mi?

Biz kendisine teşekkür etmek için ne yaptık? Koro halinde anasına küfür edilmesini seyrettik. O gün o salonda Ali Uras başkanım olsaydı o tribünlerdeki küfürbazları teker teker tokatlardı. Takımın başında sahaya çıkan menajer Baba Özer olsaydı tek başına tribüne dalardı. Sahadaki kaptan Nedret ağabeyim olsaydı takımı peşine takar gözünü kırpmadan menajerinin arkasından ölüme giderdi.

Esas önemli olan kimin kime ne küfür ettiği değildi. O küfürlerin edilmesine kimlerin ve nasıl sebep olduklarıydı. Orada ana avrat küfür eden gençlerin aslında tribün dışında çok efendi insanlar olduklarına defalarca şahit oldum. Takım tutkusu, maç heyecanı ve toplum psikolojisinin fanatizme dönüştüğü zaman kitlelerin ne kadar kolay manipüle edilebileceğinin birçok kez şahidi oldum.

Dün Ergin hoca hepimiz için en hayırlısını yaptı ve Barcelona ile 5 yıllık anlaşmanın eşiğine geldi. İnşallah bir aksilik çıkmaz da benim planlarım tutar.

Oraya ne için gidiyor biliyor musunuz?

1-) Barcelona ile Euroleague şampiyonu olmak için.

2-) Burada kendisine huzur verilmediği ve haksızlığa uğradığı için.

Bir de olaya geniş açıdan bakalım. Yaptığı ücret indiriminden kaybettiği parayı fazlasıyla geri kazanacak. Zaten usta olmuştu ama önümüzdeki 5 yılda büyük usta olacak. Kuvvetle muhtemel Yalçın Granit ağabeyden kavuğu o devralacak. Henüz 51 yaşında, Barcelona ile sözleşmesi bittiğinde 56 yaşında olacak ve bence kendisine rahat batacak. Hırsına ve memleket özlemine yenik düşecek, yarım bıraktığı işi tamamlamak için geri dönecek.

Umarım biz o yıllarda kulübümüzdeki aksaklıkları düzeltip dirayetli bir yönetimle kendisine eksiksiz bir çalışma ortamı yaratabiliriz. İşte o zaman Yenilmez Armada ruhu geri döner. Ali Uras'lar, Özer Salnur'lar, Nedret Uyguç'ların gözü arkada kalmaz.

Neden böyle şeyler yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü ben o Galatasaray'a ait bir Galatasaraylıyım, kendimi bugün ki Galatasaray'ın bir parçası olarak görmekte zorlanıyorum. Evet, şu sıralar meteliğe kurşun atıyoruz, bütün tersanelerimize falan da girildi ama bizim bu karanlık günlerden sıyrılmak için bizden başka bir şeye ihtiyacımız yok ki... Ne para ne pul, Yenilmez Armada ruhu lazım bize. İki seçeneğim var ya çekip gideceğim ya da o eski Galatasaray ruhunu canlandırmak için savaşacağım. Bir şampiyonun arkasını dönüp gitmesi reva mıdır? Mücadeleden bıkıp gitseydim ben şampiyon olabilir miydim?

Şimdi sen git Ergin hoca, hepimiz için hayırlı olan bu, git ama şampiyon olarak git. Sonra da hayırlısıyla geri gel birlikte birkaç defa daha şampiyon olalım. Benden yana her zerresi helaldir, sen de hakkını helal et lütfen.


28 Mart 2017 Salı

SUÇLU AYAĞA KALK...

Galatasaray camiasının içinde bulunduğu durumdan memnun olan tek bir Galatasaraylı yok.

İnsanoğlunun geleceğini çizebilmesi için elindeki en kuvvetli verilerden birisi de tarih bilgisidir. Geçmişte yapılan hataların sonuçları doğru analiz edilip kalıcı çözümler üretilmediği takdirde, gelecekten mutluluk ve başarı beklemek ahmaklıktır.

Şimdi gelin hep birlikte Galatasaray tarihine bir göz atalım.

1905 yılında liseli gençler tarafından kuruldu, yani bizim gibi koca adamlar değil, bir avuç genç öğrenci bir hayalin peşinden gittiler. Aralarında ülkenin en zengin iş adamları, politikacıları falan yoktu; yaşları küçüktü ama yürekleri büyüktü. Devam ettikleri mektep de öyle sıradan bir okul değildi, Osmanlı sultanı tarafından kurulmuş bir ilim yuvasıydı. O gençler orada önce zihinlerini terbiye ettiler; matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi, felsefeyi ve hatta yabancı dilleri öğrendiler. Kafaları o kadar çok çalışmaya başlamıştı ki zihinleri bedenlerine sığmaz oldu. Fiziksel enerjilerini felsefeyle yoğurmaya karar verdiler, amaç en iyisi olmaktı ve liderleri dedi ki,

“Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”

Ali Sami bey her şeyden önce takım olmayı hayal ediyordu ve bunu gerçekleştirebilmek için bir renge, bir sembole, bugünkü lisanla bir marka ve temsil değerine sahip olmak gerektiğini düşünüyordu. İşte, o günlerde “Gayın” ile “Sin” bir daha ayrılmamak üzere iç içe geçip birbirlerine sarıldılar; sarı, ebedi sevgilisi kırmızısına o günlerde kavuştu… Aynen bu felsefeyle doğdu bugün yüreklerimize kazınan renk aşkımız, arma aşkımız… Amaç belliydi; vatanımızda gözü olan düşmana her alanda haddini bildirmek… Onları kendi silahlarıyla vurmak gerekiyordu, bunun da tek bir yolu vardı; tek bilek, tek yürek olup hepsini sahadan silmeliydiler.

Memleket çok zor günler geçiriyordu, o yüzden kimse birbirini yemeyi ve yenmeyi aklına dahi getiremiyordu. Amaç çok açık ve netti, hedef Türk olmayan takımları yenmekti. Kendi kanından kendi canından olan kardeşin ile oynayıp yensen de yenilsen de ne fark ederdi ki?

İşte o zor günler takım olmayı, aynı amaç uğruna can vermeyi çok daha kolay hale getiriyordu. Ali Sami bey ayakkabısından kestiği deri parçası ile meşin yuvarlağa yama yapıyordu. Kimse şampanya içip havyar yemek derdinde değildi, kimsenin daha gösterişli ev veya daha pahalı arabaya ihtiyacı yoktu. Vatan toprağını savunmak, huzur ve barış içinde özgürce yaşamaktı amaçları. Yüzlercesi hayalini bile kuramadı diplomalarının veya yavuklularına kavuşmanın… Güle oynaya gittiler cepheye vatan uğruna can vermeye. Bir gün son sınıfa derse giren tarih öğretmeni dersliğin boş olduğunu görünce hademeyi bulup öğrencilerinin nerede olduğunu sordu, hademe bütün son sınıfların topluca cepheye gittiğini söyleyince gözyaşlarını tutamayarak kürsüye yığıldı ve dudaklarından o tarihi sözler döküldü.

“Ben onlara tarih öğretmeye gelmiştim, meğerse onlar tarih yazmaya gitmişler…”

İşte bu kahramanlık öyküleriyle, bu derin felsefeyle ve bu yüksek ilim anlayışıyla kuruldu şanlı Galatasaray’ımız. Bugün tüm gelişmiş teknolojilere ve sınırsız imkanlara sahip olan koskoca adamların, yani bizlerin, bir araya getiremediği tüm öğeleri yokluk içindeki o bir avuç genç adam sonsuza dek birleştirdi. İlim, felsefe, inanç ve cesaret…

Sonsuz diyorum çünkü birileri arsalarımızı, hatta kulübümüzü bile satabilir ama Galatasaray sevgisi nesilden nesile aktarılacak ölümsüz bir aşktır. Galatasaraylı olmak topun çizgiyi geçmesi ile ilgili değildir, Galatasaray tarihini bilmek, terbiye ve felsefesini idrak etmek demektir.

Pekiyi ne oldu bize de bu hallere düştük? Bu mutsuzluk batağına nasıl saplandık? O günlerden bugünlere kadar değişerek gelen istisnasız her şey içinde en masum kalanı “Gayın” ‘ın “G” ‘ye “Sin” ‘in “S” ‘ye dönüşmesidir. Geriye kalan her şey benim için tam bir hayal kırıklığıdır.

Önce liseyi kaybettik. İlkokul bölümünün kapanması fazla sorun olmamıştı, ortaokul çağına gelen en seçkin öğrenciler çok sıkı bir sınav verdikten sonra liseli olmaya ilk adımlarını atıyorlardı. İlköğretim sistemine geçilip ortaokul da kapandıktan sonra açılan ilköğretim okulu Galatasaray ruhundan çok uzaktı. Kurulan üniversitenin ise kulübe hiçbir katkı sağlamayacağı aşikardı.

Biz ne yaptık? Lise ruhunun Galatasaray Kulübüne katkısının farkında mıydık? Hayır değildik, hatta bazılarımız liselilerden pek haz etmediğimiz için hoşumuza bile gitti bu durum.

Daha sonra globalleşen yerküre ve büyüyen spor ekonomisi başımıza bela oldu. Herkes internet aracılığıyla tüm dünyada neler olup bittiğini öğrenmeye başladı. Spor sektörünün cazibesi hızla arttı ve buna bağlı olarak spor ekonomisi dev boyutlara ulaştı. Bu gelişime ayak uydurabilmemiz için ufkumuzu genişletmemiz gerekiyordu, çok ama çok şanslıydık çünkü kulübümüzün başına vizyoner bir başkan gelmişti. Bazıları kendisini hayalperest, bazılarıysa hesaptan kitaptan uzak olarak nitelendiriyordu ama atladıkları bir gerçek vardı, sadece kulübümüzün tarihi değil, hayatta her şey hayal kurmakla başlardı…

Modern bir stadımız olsa falan diye düşünmeye başladık ve camianın büyük çoğunluğunun bırakın inanmayı hayal bile edemediği UEFA ve Süper Kupa şampiyonluklarını kazandık. Bir o kadar ironiktir ki bu büyük başarılar sonun başlangıcı oldu. Kazanılan kupaları paraya çevirmekten acizdik çünkü bu şampiyonlukları kazanabileceğimize inanmamıştık ve bu başarıları satabilecek bir pazarlama stratejimiz yoktu. Kupanın belgeseli ancak 1 sene sonra çekilebildi ama biz o sezon kendi ülkemizde bile şampiyon olamadık. Sadece yerli rakiplerimize göndermeler yaparak kendimizi tatmin ettik.

Artık çıta çok yükselmişti, daha başarılı olmak için hiç kaybetmemek gerekiyordu. Bizden öncekilerin bıraktığı mirası harcadıkça harcadık, “harcamazsak başarılı olamayız” diye kendimizi kandırmaya başladık. Bu kadar büyük paralar harcanırken birazını da kendimize almakta bir sakınca görmedik. Bal tutan parmak yalar misali; eşi, dostu, akrabayı kulübe yerleştirip büyüyen spor ekonomisinden pay almaya başladık. Hem de tanıdıklarla çalışmanın daha güvenilir olduğunu düşündük. Zamanla işe göre adam değil adama göre iş bulmaya başladık. Sonra gemi azıya alıp kulüp fakirleşirken birileri zengin olmaya başladı. Bununla da yetinmeyip doğru söyleyeni dokuz köyden kovduk.

Kulüpte bir devir kapanıp başka bir devir başlarken körüklenen liseli lisesiz kavgası gündeme damgasını vurdu. Biz ne yaptık? “Bu kulüp artık o lise takımı değildir, biz dünyaya mal olduk” dedik. Yumurtadan çıktık kabuğumuzu beğenmez olduk, hoş kabuk da o eski kabuk değildi ya neyse…

Artık “kafatasçılık” denilen bir kavram oluşmuştu. Liseliler dönem arkadaşlarını toplayıp oy potansiyeli yaratarak kulübü yönetmeye başlamışlardı. Liseli olmayanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak mubahtı. Toplu aidat yatırmalar, seçim için uçak bileti yollamalar, lüks otellerde verilen davetler işin şeklini değiştirmişti. “Hazirunculuk” adı altında yeni bir meslek icat ettik.

Dağın tepesinden aşağıya bırakılmış kartopu gibi yuvarlanmaya başlamıştık. Birilerine yakın olmak her şeyden önemli olmuştu. Dışarıdan dostlarla yakınlaşma gibi görünen bu durum aslında kardeşin kardeşe düşman olmasından başka bir şey değildi. Geçmişte de buna benzer bazı şeyler yaşanmıştı, hatta biz başlatmamıştık, rakip bu polemiğe sebep olmuştu ama eğri oturup doğru konuşalım, biz de bu krizi iyi yönetememiştik. Adam çıkıp “Galatasaray yabancı takımlarla oynarken ben yabancı takımları tutuyorum çünkü Galatasaray’ın yurt dışında para kazanıp gelip o ekonomik avantajı kendi ülkemizde bize karşı kullanmasını ve bize üstünlük sağlamasını istemiyorum” dediği zaman biz ne yaptık? “Zaten biz de sizi tutmuyoruz” dedik. Oysa bizim felsefemiz ve kültürümüz böyle miydi? Kurucumuz, liderimiz Ali Sami beyin öğrettiği gibi bir cevap veremez miydik? “Efendim o sizin şahsi düşüncenizdir, biz Galatasaraylılar sonucu ne olursa olsun yabancı takımlara karşı oynayan Türk takımlarını tutarız” diyemez miydik? O zaman o adam kendi camiasında kahraman mı olurdu yoksa “persona non grata” mı?

Ayyuka çıkan ekonomik sıkıntılar elimizi kolumuzu bağlamaya başlayınca evimizden olup gurbete çıktık. Rakiplerimiz statlarını yerinde modernize ederken biz Seyrantepe’ye sürüldük. İşte o günlerde kulübümüze siyaset ve rant bulaştı. Zaten çok ciddi bir dezavantajımız vardı, gencecik aslan gibi sporcularımızın tekke ve zaviyelere devam etmesine göz yumuyorduk. Bize dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı ile ilkelerimize ters düşmesine rağmen kendi evlatlarımızın sadece topa nasıl vurdukları ile ilgilenir olmuştuk. Aslında biliyorduk sporcu yetiştirmenin sadece adale gücü ve yetenekten geçmediğini ama ulu önderin düsturunu bile hatırlayamayacak kadar yoldan sapmıştık. Sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını değil de tarikatçı olanını barındırmaya başladık, hatta böylelerinin takım arkadaşlarını da aynı batağa sürüklemelerine ses çıkartmadık.

Gün geldi memlekette devran döndü, eskiden ilkeler ve ekonomi üzerinden yapılan politika inançlar üzerinden yapılmaya başlandı. Devrin adamı olmayı daha avantajlı bulanların katkılarıyla güçler aynı odakta toplandı. İnanç birliği ile yola çıkıp biri diğerinden daha fazla yetkiye kavuşunca o inanç birliği de çatladı ve sonunda prototip iç savaşlar ülke gündemine oturdu. Dengelerin değişimine göre kah ırklar, kah inançlar üzerinden sistem manipüle edilmeye başlandı. Aslında bu noktada dönüp tarihimize göz ucuyla bir baksak olayı kavrama ihtimalimiz vardı ama biz bunu bile reddettik. Tarihte kurulmuş tüm Türk devletleri içeriden yıkılmıştır, dış düşmanlar ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar bir Türk devletini yıkmayı başaramamışlardır.

Futbol bir savaş mıdır gerçekten? Yoksa birleştirici gücü mü vardır? Bence her iki yüzü de kullanılabilir. Dilerseniz küçük bir manipülasyonla Basklar ile Katalanların tribünlerde birbirini öldürmesini sağlayabilirsiniz ya da tam tersini ispatlayan iki aslan yüreklinin, Metin ile Can’ın formalarını değiştirmesine şahit olursunuz.

Son stratejik ve tarihi hatamız ebedi dostumuzu sadece ezeli rakip olarak görüp şike davası süresince takındığımız tavırdır. Rakibimize yardım eli uzatmaktan imtina ederek kendi bindiğimiz dalı kestik. Herkes hata yapabilir ama hakka, hukuka sığmayan düzen içinde elde edilen kazançlar aslında çok büyük kayıplara neden olurlar. Şike yapanı şike yaptığı için gerektiği gibi cezalandırırsın, kimse gıkını çıkartamaz ama yapılan hatayı bir gün başka bir konuda kendine avantaj sağlamak ve bir camianın kuyruğunu elinde tutmak için kullanırsan işler değişir. Tabi bu analizi yapabilmek için algı yönetimine yenik düşmeyecek bilgi ve birikime sahip olmak gerekir. Biz manipüle edilen basında yazılanları esas aldığımız sürece, gerçek bilgiyi yargılayıp sorgulamadıkça, gözümüzün gördüğünden başka şeylere inandıkça bu düşmanca kısır döngünün içinden çıkamayız.

Şike davasının yanlış mahkemede görüldüğünü bizim başkanımız bile söyledi. Biz ne yaptık? Kendisini istifaya davet ettik. Bakın adam şike yapıldı veya yapılmadı diye tek bir kelime etmedi, bir hukuk profesörü olarak konuştu… Gelinen noktada doğru mahkemede görülen şike davasında yargılanan Fenerbahçe başkanı için savcı beraat istedi. Buyurun şimdi ne cevap vereceğiz? Beraat kararı onandıktan sonra her sarf ettiğiniz “şikeci” kelimesiyle kanunen suçlu duruma düşer misiniz düşmez misiniz?

Bu kadar yazdım ama asıl soruya şimdi geldim. Hakan Şükür ile Arif Erdem’in ihracı sırasında düştüğümüz bataktan çıkmamıza kim yardım edecek? Kimseden yardım isteyecek yüzümüz var mı? Devletten mi? Hükümetten mi? Ebedi dostlardan mı? Elbette kimseden yardım istemeyeceğiz zira “muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.” Ancak düştüğümüz duruma bir bakın Allah aşkına, Tevfik Fikret’in fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür Galatasaray camiasına bir bakın. Genel kurul karar vermekten aciz, yönetim ise kendi ayakları üzerinde durmaktan…

Ya gerçekten bu tarikatçı Hakan Şükür ile Arif Erdem bizim canımıza ve ülke bütünlüğümüze kast ettiyse nasıl bu adamlarla aynı çatı altında durabiliriz? Ya da tam tersini düşünelim, onlar da genç yaşta kandırılıp tarikata sürüklenmiş düz topçularsa ne yapacağız? Belki de bu Hakan Şükür o kadar hin bir adamdır ki herkesi kandırıp şimdi peşine düşenlerin partisinden milletvekili olmayı bile başarmıştır. Hangisinin gerçek olduğunu nereden bileceğiz? Elimizde medyadan takip ettiklerimizden başka ne veriler var? Emin olduğum tek bir konu var, bu ihraçlar siyasi malzeme yapıldı. Bizim yönetimin tamamı ve genel kurul üyelerinin bir bölümü de bu zokayı yuttu. Hükümetin istediğini yapmak ulu önderin gösterdiği yoldan uzaklaşmak anlamına gelirmiş gibi bir algı yaratıldı, sırf bu yüzden sapla samanı ayıramaz hale geldik. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal…

Hala suç kimde diye mi düşünüyorsunuz sevgili dostlarım? Suç bizde, hepimizde, gereken yerlerde gereken müdahaleleri yapamadık, hep bireysel düşündük, oysa “HATT-I MÜDAFAA YOKTUR SATH-I MÜDAFAA VARDIR, O SATIH BÜTÜN VATANDIR…”

Ne yandaşım ne tarikat sempatizanı, ben Galatasaraylıyım…

Evet, beni tanımlamak için tek bir sıfat yeter, ben Galatasaraylı Cihat’ım… Galatasaraylı olmak demek herkesin bildiği Galatasaray ilkelerini düstur edinmek demektir.

Hep soruyoruz ya “eleştirmek kolay, çözüm önerisi olan var mı” diye. Alın size çözüm önerisi :

Özümüze dönelim…

Daha açık ve net ifade edeyim…

“Maksadımız İngilizler gibi toplu bir hâlde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”

“Ben onlara tarih öğretmeye gelmiştim, meğerse onlar tarih yazmaya gitmişler.”


“Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.”


“Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur.”


Kuruluş felsefemize sadık kalarak, ilmin ışığında, doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, hakkaniyet, cesaret, ve yakın tarihimizdeki tek doğru slogan ile TEK BİLEK TEK YÜREK…

Başkalarından daha iyi olmak için onları aşağıya çekmek değil kendimi daha iyi kılmam gerekir diye düşünüyorum. Ne bileyim, ben düz topçuyum, aklım bu kadarına eriyor, varsa sizin başka çözüm öneriniz can kulağıyla dinlemeye hazırım. Sürç-ü lisan ettiysem affola…